Belki de ‘İşitildik’ bir Vaka!

 

“Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” mı? Yorar! Günümüzde zenginleri yakınımızda görmeyiz pek! Ekranlarda tanık oluruz pespembe musmutlu zenginliklerine ve evet epey yorulur çenemiz!

Abdülhamit devrinde “bal tutup da parmak yalayanlar”ın bir o kadar çene yorduğunu, Hüseyin Rahmi’nin 1919’da yazdığı “Hakka Sığındık” romanında görüyoruz; “Bu nefret ve husumetin sebebi bugünün müzmin dertlerinden biriydi. ‘Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar’ darb-ı meselinin hükmü açıktı… Bu kadar erzakı ne yapıyorlar? Nerelerine yiyorlar? İşte bütün mahalle açlarının merak ettiği budur.”

O mahalle açlarının “suyu yok sabunu yok odunu yok”, ama o körolası burunları “av köpeği gibi” koku alıyor! “Hacı’nın mutfağından gelen kokular” yorgunluktan içi geçen kadınlara iç geçirtiyor; “Acaba ölmeden bana baklava yemek kısmet olacak mı? Hiç ummuyorum… Muharebe bitecek de… Şeker, yağ, un ucuzlayacak da… Param olacak da baklava yiyeceğim… Ölme eşeğim ölme, yoncalar bitecek… Vay talihsiz kısmetsiz Raife…”

Bu arada Hacı’lar ne yapıyor? Biraz çekinmiyor değiller bu çeneden! Artık tehdit boyutlarına varınca; “Bu mahallede bizi çiğ çiğ yiyecekler… Ne yapalım? İşte Allah bize vermiş. Onlara vermemiş… Dünyadaki insanların hepsi birden zengin veya fakir olamıyorlar.” ezberini söylüyorlar çok çok! O dönemin Hacı’ları ile bu dönemin “hacıları” çok da farklı değilmiş! (Teknoloji ve lüksten {bilim’den} ziyadesiyle yararlanmak dışında!)

Peki Bilim’i kapısından sokmayan bir Osmanlı’da ‘İspanyol gribi’ olan Zengin Hacı ne yapar? Elbette evliyadan medet umar, onlara para taşıyarak derdine derman arar. Hacı’nın ulu Velî’si pislik ve sefalet içinde sokağın köşesinde yatan, kendine hayrı olmayan, hatta saçma sapan konuşan bir zattır! Ne gam, adı “Abdal Velî”ye çıkmıştır bir kere! Hacı onun mekânında “görmüştür Gılman’la Huri”yi, emindir. “Velî’nin bir ışık çakmasıyla nur’landığını da görmüştür.” Aşırı emindir! 

Ve hastalıktan korkan Hacı iyileşmek için Abdal Velî’ye para taşır boyuna! Bu sırada sokakları ürkekçe geçerken etrafındakilerin farkında değildir. Oysa buralar “yıkık evler, miskin haneler, diriler mezarlarıyla dolmuştu. Bunların hayatlarını çalanlar kimlerdi? Bu zavallılar, mahkeme-i insaniyet ve medeniyete karşı cehalet ve sefaletlerini teşhirden başka talep ve şikâyet bilmiyorlar. İstanbul gibi memleketler melikesi muazzam bir beldenin kucağında bu yirminci asırda pek sefil bir orta çağ hayatı yaşadıklarından belki haberleri yoktu.”

Yanında çalışan adamı maddi olarak çökerttiği yetmiyormuş gibi, dönüş yolunda bir bahaneyle, hakiki olarak da ona kendini taşıtan Hacı, adamın hakkını ödemek için; “…tespihini çıkardı, mırıl mırıl çekmeye başladı. Hacı maneviyata itikatta bütün dünyayı kendine uygun bulsa, bakkala kasaba borcunu bile tespihle ödemek taraftarıydı.”

Ama bizim züğürtte çene bol, durmaz konuşur;

“Babanın eşeği gibi sırtıma yüklendin. Kemiklerin içime batıyor. Belimin ortasını çökerttin… Bir de durmuş da mır mır ile benim hakkımı ödeyecek…”

Bugünün hacıları gibi Hacımız kendinden emin; “Cahillik… Cahillik… Ben bir tespih çekerim, sana bin sevap yazılır…” Niyeyse ki o günün fakiri “Allah razı olsun” dememiş, çenesini yormuş; “İstemem. Sevabın senin olsun. İn sırtımdan…”

Ve bu iş önünde sonunda karakolda biter, Hacı’nın ulu Abdal Velî inancından hiçbir şey eksilmese de!

“…itikatsız adamlara mahsus küçümsemeli tebessümüyle” bu macerayı dinleyen Komiser Şinasi ve sonradan ortaya çıkan muharrir Nüzhet Ulvi’nin anlatımıyla Abdal Velî’nin kerametsizliği anlaşılır ve altından çıkan büyük toplumsal dram ve bu dramı bir nebze azaltma çabasındaki yürekli insanların “Robin Hood”vâri çabası iç sızlatır… Ve romanın sonları Komiser ile Nüzhet Ulvi arasında geçen ve bunları hazmedebilmek için bira da içmeleri gereken iç burkucu, ağır konuşmalarla okuyucuyu da sorgulamalara çeker.

“Bu dünyada mesutlar var. Bedbahtlar var. Eğer seyyanen herkesi mümkün mertebe aynı hale yaklaştırmak isterseniz mesutların saadetlerinden lüzumu miktar çalıp bahtsızlara ve o zavallıların sıkıntılarından alıp ötekilere hakça taksim etmek lazım gelir. Lüzumundan fazla doyanların adedi ne kadar sınırlandırılırsa açların miktarı da o nispette azalır…”

Günümüz evsiz’leri de hiç az değildir ama belki de bir o kadar dramatiktir bir ev’de oturup da evsiz olanlar. Yüzlerce evi olan kişi ve oturduğu evin kirasını ödemek için belki gıdasından kısan kişi bir olmaz elbette! Romanda ise, Muharririn Robin Hood’luk yaparak(!) sahip çıktığı çocuklar sadece şanslı birer deniz yıldızıdır, ve gerisi korkunç ayrıntı zinciri… 

 Zira; “Bu meskensizlik sefaleti Galata, Beyoğlu cihetinde çoktur. Yalnız çocuklar değil, büyükler de vardır. Oraya buraya, kuytu yerlere, bodrum merdivenlerine köpekler gibi kıvrılıp yatarlar. Altları çamurdur. Üstlerine yağmur, kar yağar… Böyle serserileri bir zamanlar toplar, sürerdik, fakat nereye? Herhalde babalarının çiftliklerine değil… Çok defa aç yatarlar. Lakin fırsat bulunca çift yatarlar. İnsanlar ve hayvanlar için meyl-i cinsinin icbarı her şeyden kuvvetli, her ihtiyaçtan bîamandır. On on iki yaşında çok fahişe bilirim. Bunlar hep karın doyurmak amacıyla fuhuşa o kadar erken başlamışlardır.”

Konusu ağır da olsa konuşmanın, içerik zengin ve çeşitlidir. “…Yunan filozofun (Diyojen) bizimkinden daha temiz giyindiğini, daha iyi yiyip içtiğini kim iddia edebilir? Diyojen’in ayağına İskender gelmiş ise bizimkinin makamına da araba ile paralar gönderiliyor, durumunu gözlemeye zamanın mukbilleri, polis komiserleri geliyordu.” Bu mantık Abdal Velî için bir nebze geçerli de olsa, “makamına para gönderilen” ama fıçıda değil villada yaşayan günümüz ‘Üfürükçü Diyojen’leri için pek de geçerli değil gibi!

Bilgi vermeyi bir “toplum hizmeti” saydığını Hüseyin Rahmi’nin, artık biliyoruz ve arada şöyle satırlar da okuyoruz; “Bizde şiir kolaylaştıkça şair çoğaldı. Lakin nazmın da nâzımın da necabeti bozuldu. Mecmualarda dakikada on mısra söylemek müsabakaları kuruldu. Nefi ve Nedim bugün geleydiler, muhitin saçma sapanlığı tesiriyle belki asaletlerini kaybederek dakikada bir koşma söyleyen birer zevzek olurlardı.”

Farklı anlamlarda olsa da, zenginin de fakirin de ‘Hakka sığındığı’ güncel yaşamımızda; Nüzhet Ulvi gibi yalın yürekler de var. Komiser Şinasi gibi; “Her hükümet adamı benim gibi kanundan aldığı emri menfaatinden ziyade vicdanıyla ölçerek tatbik eylemeyi bilseydi bu kadar uzun müddet ve hâlâ kötülük galip, fazilet mağlup olmaz, insaniyetin buruşan yaralarından çoğu kapanmaya yüz tutardı.” diyerek vicdanını mesleğinin önüne geçirenler de var.

Ve fakat onların ‘kanuna rağmen’ gösterdiği bireysel çabaları çok kısıtlı kalıyor. Zira; “En müthiş hırsızlıklar, kanunun himayesiyle irtikap olunandır.” diyor Hüseyin Rahmi ve soruyor; “İnsanlık alev içinde bir kazan su gibi fıkır fıkır kaynıyor ve kim bilir… Daha kaç zaman bu galeyan devam edecektir?”

Hüseyin Rahmi Gürpınar, HAKKA SIĞINDIK-İşitilmedik bir Vaka, Ayrıntı yayınları, 2018


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Nedir Savaş?"

Kıyamet dedikleri… Kuyruklu olmasın!

Yeryüzü Ozanı’ndan bize kalan…