Trabzon nire? Zonguldak nerede? ‘Kara Cevher’ kimin cebinde?
(1800’lerin sonları...) Trabzon, Çarlık Rusyası’nın saldırıları altında; şimdiden ve mecburen bir sanayi kasabası olan Zonguldak’ta ise işgal devletlerinin sultasındaki ‘kömür kumpanyaları’ işçi arıyor...
Zonguldaklı Hatice Erol’un yazdığı “Gölgesiz
Topraklar”ın Mehmet’i de iş aş gelecek umuduyla, çoluk çocuğu anasına emanet
edip kömür kentine varmak üzere biniyor vapura. Zonguldağı’na indiğinde
madencilere şaşarak bakıyor. Onlardan biri olması için epey zaman geçmesi gerekse
de ona yardımcı olan işçilerle de dostluk kurmasını sağlıyor bu süreç.
Bir kumpanya’ya barutçu olarak giriyor
ve azimle sarılıyor işine... O kadar ki; “...Mehmet, ustabaşı Niko’nun güvenini
kazanmıştı, elinin yatkınlığı, hızlı hareket etmesi, kendi görevinin yanında
bir an boş durmayıp her işi yapması hoşuna gidiyor, takdirle izliyordu.” (Patron
patrondur, boş duranı sevmez!) Zaten öyle ağır ve riskli bir iş ki maden,
‘fazladan’ iş yapabilen Mehmet’e şaşıyoruz biraz! (Madende “her” işi yapmak da
pek güvenli değil sanki?)
Çok hasta olduğu halde çalışmak
zorunda kalan, hasta olduğu anlaşılırsa “çürüğe çıkmaktan” korkan bir işçi var
Mehmet’in grubunda ve en sonunda artık tutunamıyor hayata... İşçinin ölümü
herkesi üzüyor. Ben, üzülenlerin arasında ustabaşı’nın da olmasına şaşırdım!
(Neden?) “Hiç anlamadık hasta olduğunu, bilseydik izne çıkarırdık.” cümlesi,
günümüzün ‘esnek çalıştırmaya yatkın’ ustabaşlarından bile duyamayacağımız bir
sözken; o yılların ‘vahşi üretim zoru’ gerçeğine hiç denk değil zira. Maden
çavuşu ve ustabaşlarının görevini, havza tarihi boyunca hiç değişmeyen o
cümleden öğrenmiştik çoktan; “Her kim ki çalışamaz duruma gele, eşeğe
bindirilip köyüne gönderile!”
İngiliz, Alman, Fransız, Yunan ve Rus
sermayesinin fink attığı Zonguldak’ın kömürü ve doğası bu şirketlerin eliyle
talan edilirken... Emek sömürüsü, iş cinayetleri arşa çıkmışken... “Mehmet’in
işi çoktu o gün, daha fazla kömür çıkarılması gerekiyordu...” (Neden?) Bu kadar
özveri ne için? Ekmek parası? Mehmet’in derdi başka sanki; “Gerçi eline para
geçiyordu, bugün biriktirdikleriyle Reşat alacaktı...”
Üstüne bide “Reşat” alacak kadar
yevmiyesi mi vardı işçinin? Yıl 1915 ve maden işçisi birikimiyle arsa alıyor,
ev yapıyor, reşat alıyor! Sonra sonra ailesi de geliyor; karısı, anası, oğlu,
kızı... (Ne güzel keşke hep böyle olsaydı, ama...)
‘Medeniyet canavarı’na kömür lazımdı!
Başçavuş ustabaşını, ustabaşı işçiyi zorluyordu... “Barutçular, lağımcılar,
kazmacılar nefes almadan, dinlenmeden, alınlarında yuvarlanan kara terleri
silmeden, bir yudum su içmeden çalışıyorlardı. Mehmet arkadaşlarının arasında
dolaşıyor, yorulanların elinden kazmayı alıp dinlendiriyordu...” (Mehmet gibi işçi
sevilmez mi?)
“Anlıyordu Mehmet, vardiya ustabaşısı
aldığı talimatları uyguluyordu...” (Ona da yazıktı!)
“Artık ne sevdiklerini ne de
kendilerini düşünebiliyorlar, patlattıkları her baruttan sonra ulaştıkları her
kömür damarında sevgilisine kavuşmuş aşık edasıyla içleri coşuyor, vurdukları
her kazmada önlerine dökülen kömürleri kucaklıyorlardı sanki...” (Bu kadar
görev aşkı fazla değil mi?)
Mehmet kısa zamanda ustabaşı oldu, çalışkanlığıyla
amirlerinin gözüne girmişti. (Peki çalışkanlık yeter mi, diye bir soru?) “Seni
ustabaşı yaptık, hayırlı olsun... Senin ocakta gücün, cesaretin lazım bize.
Hadi bakalım dinlen de gel.”
İşçiyi çalışması için zorlamayan,
emirlere katiyetle uymayanlar yükselebilir, onlara sorumluluk verilir miydi o
zamanlar? (Keza, ha o zamanlar ha bu zamanlar!)
Yıl 1917 Ekim; “Köylerimizden Ruslar
çekilmiş, çeteler de sürülmüş!” diye bir haber gelir... “Bizim gibi işçiler mi
yönetiyor yani?” diye şaşırırlar. (Ruslar niye çekilmiştir peki?) Çar’ın
emperyal planlarının yırtılıp atıldığını, sömürüye ve savaşa karşı sosyalist
düzen’in amaçlandığını henüz bilmezler! Keza Zonguldak hâlâ işgal altındadır, hâlâ
savaşa asker gönderilmektedir, hâlâ ve daima aşırı kömür üretilmektedir...
Emperyalizme karşı Çanakkale Savaşı bu
sıralarda yapılmakta, Mehmet de lağımcı olarak oraya gönderilmekte, orada
yazılan destanın bir üyesi (ve anısı) olmaktadır.
Oğul
Hüseyin alır onun yerini... “16 yaşındaki oğlunu gururla ocağa sokan” anne de
şaşırtır! Çocuklarını küçük yaşta ya askere ya madene verirken isyan eden
anaların ağıtlarını bilmez miyiz? (Henüz oyun oynayacak yaşta madende
çalıştırılan çocuklar, İngiltere’nin Sanayi Devrimi yıllarında mı kaldı
sanıyorduk?)
1907’yi
anlatıyordu Küpeli Yusuf; “İlk defa 9 yaşımda başladım madenkeşliğe. Anam
yiyeceğimizi sardı mendile, bizim köyden daha yaşlılar da vardı. Yaya olarak
düştüm babamın peşine. Kumpanyanın birine iş başı yaptık. Sırtımda küfeyle
kömür çekmeye başladım...”
2025’i
anlatan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği 2025 raporu ise şunları anlatıyordu; “...
Nisan ayında üçü 14 yaş altı olmak üzere 8 çocuk ve dokuzu 65 yaş üstü olmak
üzere 152 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Böylece 2025’in ilk 4
ayında bu sayı 611’e ulaştı.”
(Peki
4 milyona varan çocuk işçi sayısı? Kapitalizmin ilericiliği başladığı noktada
biter, malum! İnsan hakları, çocuk hakları... hak getire!)
Hüseyin’den devam edelim. O da aynı
babası (maşallah); “...Hüseyin ocakta gücüyle, himayesindeki amele
arkadaşlarıyla sistemli çalışmasıyla, çavuş ve başçavuşların dikkatini çekiyor,
gizliden izleniyordu. Bir defasında izine dahi gitmeyip işin başında durmak
istemesi, peş peşe açılan galerilerde görülmedik kömür damarlarına ulaşılması
takdirle karşılanmıştı.”
“1922’de 1 kilo ekmek 20 kuruş,
kazmacı yevmiyesi 80, amele yevmiyesi 60 kuruş...” Sık sık ölüm, yaralanma,
sakatlıkla sonuçlanan iş kazaları... Sahada maddi gerçekler böyleyken, (bizim
hümanist) Hüseyin maneviyata dalıyor; “Bazen hayal kurduğu oluyordu, bütün
amelelerin et süt yoğurt yediğini, 8 saatten fazla çalışmadığını, yaşlıların
hastaların canları bir sıkımlık kalmadan bol parayla köylerine
gönderildiklerini, ne yazık ki bu hayalleri karanlık dehlizlerde kaybolup gidiyordu...”
Halbuki aynı sıralarda bazı ocaklarda
grevler oluyor, işçiler haklarını almak için mücadele ediyordu. (Hüseyin’in
onlardan haberi yok muydu?)
Topyekûn
bir direniş ve mücadeleyle siyasi bağımsızlık kazanılarak Cumhuriyet kurulmuş,
kapitalist ekonomi yolu seçilmiş ve özel sermayenin ülkeyi kalkındıracağı hevesiyle,
topraklarımızdan kovulan ülkelerin şirketleriyle bu kez ticari anlaşmalar
yapılmış. Evet, Zonguldak’ta Fransız işgali sona ermiş. (Peki ne başlamış?)
“Fransız
patronlar ocak sorumluluğunu şef bariyon unvanını verdikleri yetkililere
bırakarak, kendileri memleketlerine gidip uzun süre kalıyorlar ya da lüks
konaklarında avcılıkla, yemeli içmeli balolarla günlerini gün ediyorlardı. Bu
arada parayı ve kazançlarını takibi de aksatmıyorlardı...”
Hüseyin (onların
bu lüks hayatı yüzünden) öyle çalışıyor ki sağlığı bozulacak derecede...
“Çavuş ona
yaklaşıp omzuna hafiften vurdu... Hüseyin, bir vardiyadan çıkmadan ötekine
giriyorsun, hiç aynaya baktın mı? Arada uyu dinlen...” (İşte işini yapmayan bir
çavuş daha!) Bir süre sonra çavuş yaşlandı ve evet yanılmıyoruz; hak etti
Hüseyin, artık çavuş o... (Çavuş öldü, yaşasın yeni çavuş!)
Zamanla günlük
hayatı genişler Hüseyin’in, sosyalleşir; gazete okuyup içki içerek “memleketin
içindeki durumu ‘anlamaya’ çalışıyor”dur artık! (Oysa “mesele anlamak değil,
‘değiştirmek’tir.” Bu sözü de okumamış olabilir!)
“Ocak üst
düzey konukların kalacağı lojmanların imarı için dışarıdan müteahhitler gelmeye
başlamıştı. Onlar ve aileleri için de lokanta, müzikli eğlence lokalleri peşi
sıra açılıyordu. Buralarda artık şık kadınlar erkekler çoklukla boy gösterir
olmuştu. Değişmeyen kara yüzlü kara bahtlı ameleler, kader arkadaşları katırlar
ve acı düdüğü kara dumanıyla kömür yüklü tren vagonlarıydı. Kara cevher
kara nasırlı yorgun avuçlardan ak avuçlara para olarak yuvarlanıyor, bu
döngü kader gibi yaşanıyordu...” (Dön baba dönelim!)
Hüseyin
çavuş hep romantikti, bir yandan müteahhit ve kızlarıyla takılıyor ama “kader
arkadaşlarını” hiç unutmuyor, onların haline çok üzülüyor, o “ak avuçlar”a
kızdığı için, ayrıcalıklı haline aldırmadan, hâlâ “amele barakalarında” yatıp
kalkıyordu! “Buralarda ne işim var” deyip deyip “iç geçirse” de şehir kulübünden
çıkmıyordu!
Bi ara “Sizin
ocağın Fransız patronuna konuk evi yapacağız.” diyor müteahhit. Üstelik “Kararlı
bakışlarını gören üst düzey yetkililer şef olmasına karar vermiş.” Hüseyin’in!
“Hüseyin,
zamanında topraklarını işgal edip, kendi topraklarında canlarından bezdiren
adamlara şimdi keyifleri için yer arayacak olmanın huzursuzluğunu yaşıyordu.
Elden gelen bir şey yoktu, ekmek kapısının patronu halen onlardı... Bu
topraklar için öldüler, hale bak, bu adamlar için ocakta çalışıyorlar.”
(Hüseyin’in
hali harap!) Bir yandan, köşkü Fransa’dan getireceği eşyalarla döşeyeceğini
söyleyen Mösyö’ye içerlenirken, yarı aç yarı tok kara sarı yüzlü ameleleri
düşünüyor; bir yandan müteahhit ve Fransız patronla kulüpte aynı masada
oturuyor, şarap içiyor!
Aksi
tesadüf! Bir de Müteahhitin kızıyla birbirlerine âşık olmuyorlar mı!
Hüseyin,
sanki bu yaptıklarını (tarihe) affettirmek için hemen peşine çok halsiz ve
zayıf iki ameleyi hastaneye gönderip, çalıştıklarından fazla yevmiye verip
iyileşip dönmelerini tembih ediyor!
(Çok
geçmeden evlendiler...) Durum fevkalade, müteahhit onları konuk evine
yerleştirdi, bazen köye gidip annesi ve ölen karısından olan kızını görüyor, anneye
yardım ediyorlar. Kulüplerde büyüyen burjuva gelin ise 40 yıllık amele gibi, bağ bahçe hepsini yapıyor!
“Kömür
üretiminin geçen yıllara göre büyük artış göstermesiyle cebi kabaran Fransız
patronu ziyadesiyle mutlu olmuş, müteahhitle birlikte onları av köşküne davet
etmişti.” Hüseyin yiyor içiyor “ak avuç”ların her şeyinden faydalanıyor. Ama
çok duygusal, madencilere de çok üzülüyor. “Çocukluğundan beri gördüğü düzende
bir adım ileri gidilmediğini yaşayarak görüyordu.”
İşçiler
sefil haldeyken burada eğlenen bu adamların yanından ve “Av Köşkü’nden bir an
önce kaçmak isteyen” Hüseyin’i Mösyö Patron, şef bariyonluğa terfi ettiriyor. O
da kaçmaya boşverip, “Trabzon’dan gelen işsizlere iş ve lojman” veriyor.
(1939’da
madenler devletleştirilir.) “İşgal devleti gibi topraklarına çöreklenen, en iyi
yerlerde yaşayan, en iyisini yiyip içen bu patronlarının gidişini...” Hüseyin
meyhanede arkadaşlarıyla kutluyor... Bu arada patron gitmeden ona “bir arsa
hediye” ediyor...
Devletleşmeyle
bazı yenilikler iyileştirmeler iyi niyetli çabalar olsa da (ki bu kazanımlar da
işçilerin mücadelesinden bağımsız değildir elbette) pratikte işçilerin çok da
işine yaramıyor. Üstüne bir de zorunlu çalışma (ikinci mükellefiyet) yasası
çıkınca...
(Enerji
bölgesiydi Zonguldak ve Kadir Tuncer’in dediği gibi tam bir “kurtlar
sofrası”ydı! Peki kurtlar sofradan kalkmış mıydı? Tersine 21. Yüzyılın küresel
masası her dem çeşitlenerek kurt sermayecilere açılıyordu! Kömürcüsü Termikçisi
yabancısı yerlisi hepsi buradaydı ve “tıksırıncaya kadar” yiyor, yediriyorlardı...)
Hüseyin
ise onlarla ‘aynı gemide’ olduğunu sanıyordu sanki... “Ocağa girenler gün yüzü
görmeden, saati bilmeden, evlerine gidemeden çalışmak zorunda kalıyorlar,
ocağın içinde ya da barakalarda uyuyorlardı. Aslında bir nevi seferberlikti,
savaşa girmeden savaşa karşı güçlü olma seferberliği...
Oldum
olası yarı aç yarı tok, ciğerlerinden hasta, gün yüzünden çok toprağın altında
çürüyen amelelerin sayısı, deneyimsizlerle daha da artmıştı. Kendi de doğru
düzgün yemek yemiyor, uyku uyuyamıyordu ama, başka çare yoktu...”
(Sahiden
yok muydu?)
Grevler,
eylemler, yürüyüşler, ocağa girmeyişler, ocaktan çıkmayışlar, “tabanın sesi”ni
duyurmak için eylem içinde olgunlaşan eylemlerle, elbette bir mücadele tarihi
vardı bu kentin. Bu tarih, neoliberal politikalar, özelleştirme ve işsizlik
çukuruyla ona çomak sokan iktidarlara karşı, elbette devam etti ama yazık ki yetersiz
kaldı. Hüseyin gibi “çare yok”, böyle gelmiş böyle gider diyenler bir nevi
eylemsizliği örgütledi.
(Yine
Kadir Tuncer’in 1990-91 Büyük Madenci Grevi için düştüğü nota bakarsak; “...Madenciler
direnirken, bütün işçi sınıfı, aynen madencilerle dayanışmak üzere grev ve
direnişler örgütleyeceklerine; bu savaşı seyrettiler, madencilerin direnişini
alkışlamakla yetindiler.” Günümüzde de bu kadar tepki örgütlenmişken
sokaklarda, sendikaların pasif kalması bu yüzden eleştirilmiyor mu?)
Ve
Hüseyin... Belki de bu çaresizlik, bu yoksunluk, bu eşitsizliği “kader” olarak
görmesi, değiştirme ve mücadele azminin, umudunun olmayışı, yine de belki o
sefaleti görmek istemeyişi bozuyor Hüseyin’in insani dengesini... Tertemiz ve
saf olduğu, bir kuş’un sevgisiyle bile mutlu olduğu çocukluğuna dönüyor ve bir
daha büyümeden yaşamı terkediyor...
(Sanki...)
Gölgesiz
Topraklar’ın dörtte üçünü duygusal bir aile anlatısı gibi keyifle okudum.
Yaşamlar içselleşmiş, okuyana da bu duygu işliyor. Akıcı ve anlamlı bir
gerçeklik içinde. İşgal altındaki Trabzon’dan işgal altındaki Zonguldak’a
gelmek için günlerce yürüyenlerin anlatımından sonra tarih hızlanıyor, her şey
sanki çarçabuk oluyor ve gerçeklikten uzaklaşıyor, gibi geldi bana.
Ve en çok
ilgimi çeken işçilerin şevkle çalışması, koşullara itiraz eden bir kişinin
çıkmayışı, tersine her şeyin doğallaştırılması, yazgıcılık ve pasif bir şikâyet
hali vs... “Ya dışındasın çemberin ya da içinde yer alacaksın/ kendin
içindeyken kafan dışındaysa çaresi yok/ her akşam içip kederlenip mutsuz
olacaksın...”* sözleri ne kadar da Hüseyin gibileri anlatıyor.
Kapitalizmi
yadsımayan, ama ‘her şey keşke daha iyi olsa’ düşleri kuran bir burjuva
ahlakçılığı... (“Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla çevrilidir.”
sözünü hepimiz biliriz. Çok iyi niyetlerle yazmış Hatice Erol bu kitabı ve bana
tam da cehennemi anlatan Kadir Tuncer kitaplarını hatırlattı. Yazık ki “beş
parmağın beşi bir değil”se bir toplumda, ‘iyi insan’ olmak yetmiyor...)
Hatice
Erol’a araştırması ve emeği için teşekkür etmekle birlikte, Gölgesiz
Topraklar’da “çemberin dışında” mücadele eden bir karakteri de görmeyi çok
isterdim.
Hatice Erol “Gölgesiz Topraklar” Cinius yayınları 2024
Kadir
Tuncer “Tarihten Günümüze Zonguldak’ta İşçi Sınıfının Durumu” Göçebe yayınları,
1998
Kadir
Tuncer “Şeyh Dede Şair Torun Devrekli Rüştü Onur” Tusak yayınları, 2002
*"Çember" Murathan Mungan
Yorumlar
Yorum Gönder