“Gerçek her zaman hoş elbiseler altında boy göstermez”
“Kaderin Cilvesi” diye bir film izlemiştim, 1975’te Sovyet Rusya’da geçen ve ‘tek tip konut’ları mizahi dille eleştiren bir filmdi ve ‘ilginç’ de bir aşkı anlatıyordu. Aynı isimli Hüseyin Rahmi romanında da (1924) bol miktarda “aşk” geçiyor ama filmdeki o seviyeli tatlı aşk’tan çok uzaklarda…
Cilve deyince daha çok kadın
cinsiyetinin akla gelmesine bakmayın; “Hiçbir hayırsızın cilvesi, diyor
H.Rahmi, “kaderinki kadar garip ve insafsız olamaz. Çünkü ona karşı şikâyetinizi
yükseltecek hiçbir makam, hiçbir mahkeme yoktur. Evrenin içinde yalnız o
sorumludur.” Zaten, varsıllık yoksulluk iyilik kötülük açlık tokluk, hep
“kaderin bir cilvesi” kabul edilmez mi?
Koca bir konakta ailesini
geçindiremeyen Salâh Bey, Şemi Efendi gibilere çok şaşıyor bu yüzden; “Herkesin
vadesi gelmiş sonbahar yaprağı ömürsüzlüğü ile sarardığı bu kıtlıkta böyle
kanlı canlı insanlara rastladıkça doğrusu geçim tarzlarındaki sırları merak
ediyorum.”
Merak kediyi öldürür, dememişler
mi; Salâh’ınki de o hesap olmuş biraz! Şemi hemen kiralamış konak odalarını,
hem de epey peşin parayla! Salâh yine merakta; acaba bir muzır iş mi bu? “Kumar
deyince aklınıza Galata’nın barbuthaneleri gelmesin, diyor Şemi, “Bizimkiler
kibar takımı… Bir elde dört yüz lira, beş yüz lira verirler de yüzlerini bile
buruşturmazlar.” Eh o kadar muzır sayılmazmış!
Bir de ‘elini verince kolunu
kaptırmak’ var! Muzırlık peşisıra… Konak olur bir “kazançevi”, yani “kârhane”!
Kaynana bir yandan söylenir; “Ortalıkta para yok diyorlar. Ben bakkalların,
manavların, tatlıcıların pastacıların, muhallebicilerin, bütün dükkanların
yiyecek içecekle bu kadar dolu olduğu zamanı hiç bilmiyorum. Para yoksa bunları
kim alıp yiyor Allah aşkına?”
Salâh kendiyle hesaplaşma içinde;
“İnsan bir şeyi ya isteyerek olur ya talihin itişiyle farkına varmayarak alışa
alışa olur.” Şemi bir yandan sorar; “Sen ne yapıyorsun? Hiç kimseyi
aldatmıyorsun.” “Çok şükür.” der Salâh. “Ama Efendi, açsın. Ekmeğin okkası bir
liraya çıkınca ne yapacaksın?” Salâh’ın sorgusu hiç bitmez roman boyunca ama
“alışır” da; “Herif birdenbire elime sunduğu üç yüz lira ile beni büyüledi,
bitirdi. Açlıkla başı dönen bir insan bu yolda namus kazalarına uğrayabiliyor.”
Burada araya giriyor hemen H.
Rahmi; “Ortada herhangi bir hali doğuran sebepler varken bunların ortadan
kaldırılmaları çarelerini bulamayarak yalnız yaptıkları kötü etkileri yok
etmeye uğraşmak boşuna bir yorgunluktur. İnsan aç kalınca çalar. Bir genç sevince
yüreğinin eğilimine kapılarak her şeyi göze aldırır. Bir hırslı kişi sosyal bir
merdiven görünce hemen tırmanır.” Değil mi ya?
Kaynana da beş vakit namazındadır
ama açlık onu da filozoflaştırır; “Rızık sahibi önce karnımı doyursun, sonra
benden namaz, niyaz istesin. Tanrımın rızık hazinesi dururken ben kime avuç
açayım?”
Bilimsel bir kavrayıştan uzak ve
toptancı basit söylemlerle açmaya çalışınca ‘modern hayat’ı, ‘özgürlük’ kavramı
da havada kalıyor ve günümüze kadar gelen tortularıyla ‘anda yaşamak’ muteber
ve modern oluyor! Keza kendisi de epey bir pesimist olan H. Rahmi; “Gelecek
olan yarın bugünü aratacaktır. Daima açlığa, karanlığa, bilinmez bir mahşere
doğru gidiyoruz. Bugün şu saatte ne yapabilirsen yaparsın. Ne getireceği
bilinmeyen, belli olmayan yarından hiç hayır bekleme.” dedirtiyor kişisine.
Bu ‘modern’ hayattan hakkını
almak isteyen bir de Semiha var; “Bir kızın geleceği…diyor, “Onun önce kadın,
sonra anne, daha sonra kaynana olması demektir. Ben bunların hiçbirini
istemiyorum. İki tarafın isteğiyle meydana gelen birleşmeler, ayrılmalar
namusun asıl gereğidir. Duaya, amine, şerbete lüzum yok. Hele ağırlık,
yüzgörümlüğü… hiç tenezzül etmiyoruz. Paralarına güvenerek körpecik kızların
ihtiyar nefesleriyle güzelliklerini solduran pinponlara artık kız
verilmeyecek.” diyerek ‘mülkiyetin temeli’ aileye ve paralı ve yaşlı
zamparalara karşı çıkmakla birlikte, yaşadığı ‘serbest aşkları’nın onu
‘modern’leştirmeye yetmeyeceğini anlamaktan da uzak henüz! Salâh hep
filozoftur; “Meşru evlenmede nikahınızı imam kıyar. Meşru olmayanı da şeytan.
İnsanları sakındırmak için her tatlı şeye şeytan sokarlar. Fakat bu tedbir ters
etki yapar.”
H. Rahmi ‘serbest aşk’ konusu
açıldıkça; “Bolşevik felsefesi”nden dem vuruyor sürekli! Tam da o yıllarda
Sovyet devrimi’yle kadının, keza insanın köleliğinin kaldırılması ve yerine
konulan toplumsal eşitlik ve özgürlük felsefesi’nin, “serbest aşk”a
indirgenmesi çok yabancı değil, zira bu propaganda 100 yıl sonra bile hâlâ
revaçta! “Galiba kanunla serbest evlenmenin çarpışması karşısında bulunuyoruz.”
cümlesi bu yüzden. “Şeytanın kıydığı nikah” sonucunda doğan çocukların da
terkedilmesi; “Hayvanlığa dönmek için mi uygarlığa koşuyoruz?” dedirtirken ona;
bana da “doğan her çocuğun eğitim-sağlık hakkı” olan bir sosyalist uygarlık
düzeni kurulduğunu, yine kurulabileceğini hatırlatıyor.
“Paraların çekiciliği beyinleri
uyuşturdu. Namus kaygısının üstüne sırmalı bir örtü çekti… Ahlâksızlık o kadar
iç içe, girift bir halde ki, insan ne düşüneceğini şaşırıyor. Nefsinin
ihtiyacı, insana başka kederleri çabuk unutturuyor… Çürümüşlerin arasına düşen
bir meyve gibi” konaktaki herkes “bozuluyor”.
“Bu âlem fenayı iyi yapan iyiyi
yeniden çürüten geniş bir laboratuar.” cümlesi, aklıma Avrupa devlerini ve
zamanında iliğine kadar sömürdükleri Afrika ülkelerini getiriyor… Yıllar sonra
o “fena”ları ‘modern barış elçileri’ kılığına sokuyorken bu âlem, “iyi”
Afrikalıları “yeniden çürütüyor.”! O laboratuarda; “Biz hepimiz çürümeye mahkûm
zavallılar değil miyiz? İşte ben sağken çürüyorum, çürüdüğümü duyarak acı
çekiyorum.” deyişi Salâh’ın, umudu da çürütüyor.
Zorunlu olarak “kötü” yoldan
kazandığı parayla karnını doyururken; “Tabiatta böyle şeylerin esasını inceden
inceye araştırmak iyi değildir. Altından çapanoğlu çıkınca yaratanla
yaratılanın arası bozulur.” diyor ve; “Alın teriyle kazanılan parayı yalnız
kızgın güneşin altında şoseler için taş kıran işçide gördüm.”ü de ekliyor.
“Henüz medeniyet kadınlardan
mahkeme kuracak kadar ilerlemedi.” dese de Salâh, Kaynana’da her türlü mahkeme
var; “Refah… Karşılığı unutulmuş anlamsız kelime. Geçinmek kıyamet
kargaşalığına döndü. Kıyamet gününde herkes kendi nefsi için bağıracakmış.
Şimdi de öyle değil mi?.. Kemiği kapan kaçıyor. Kapamayan pataklanıyor.
Çiğneniyor. Eski ulemanın ‘rızkullah’ dediği şey, artık bize böyle mi
paylaştırılacak? Tanrının işine karışılmaz ama işlediğimiz sevapların mükâfatlarını
vermekte acele etmeyip de ceza hususunda neden bu kadar bir sertlik
gösterdiğini anlayamıyorum. Eğer her günahı böyle çarçabuk bir ceza
karşılasaydı dünyada bir tek günahlı insan kalmazdı… Eğer geçer hareketlerimiz
birer kötülük, birer melunluksa onları biz işledik. Tanrı bizim cezamızı
çocuklara niçin çektiriyor? Bu nasıl adalet?... Bu âlemin hem altını hem üstünü
düşünerek hiçbir iş yapılmaz. Eğer işimizi ahrete uyduracaksak çabuk ölelim.
Çünkü insan evliya bile olsa bu zamanda yaşadıkça sevaptan ziyade günaha
giriyor.”
Kaynanası da gün gelip ölüyor ve
“para için kıblesini değiştiren” bu kadın “mübarek, günahsız” sıfatıyla
uğurlanınca Salâh düşünüyor; “Bu kara toprak ne kadar leşleri yutup hazmediyor.
Şu hesapsız taşların altında sonsuz bir sessizlik, sonsuz bir eşitlik hüküm
sürüyor. Suçlu, suçsuz hepsi de tabiatın aynı kanununa tâbi… Şimdi sevap
işleyenle günah işleyeni nasıl ayıracağız? Ve ne yapmak için ayıracağız?”
Saltanata karşı ‘ilim irfan’
yolundaki genç beyinlerin yeniden kurduğu bir ülkede ama “Tekkeleri kaldırdık, dervişler
yaşıyor!” denilen bir dönemde yazılan bu romanın açlık-namus-inanç ekseninde
dönen sorgulamalarını 100 yıl sonra hâlâ aşamayışımız ne garip!
İsmiyle müsemma Salâh Bey; “Ben
tabiatımı kokuşmaz, bozulmaz sanmıştım. Aldanmışım. Her ahlaksızlığa göz
yummaktan, her alçaklığa el açtıktan sonra talihin kahrından, zamandan şikâyete
ve kime ne demeye hakkımız olabilir?” dese de biliyoruz ki evet insan tabiatı
gibi, her şey değişir, akan su aynı kalmaz, hareket eden dönüşür. Ve talih ve
zamandan şikâyete hakkımız vardır ve kader de değişir, değiştirilir.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Kaderin
Cilvesi, Özgür yayınları, 2016
https://filmatek.net/film/kaderin-cilvesi-veya-sihhatler-olsun/
"Saltanata karşı ‘ilim irfan’ yolundaki genç beyinlerin yeniden kurduğu bir ülkede ama “Tekkeleri kaldırdık, dervişler yaşıyor!” denilen bir dönemde yazılan bu romanın açlık-namus-inanç ekseninde dönen sorgulamalarını 100 yıl sonra hâlâ aşamayışımız ne garip!"
YanıtlaSil