Çocukluk mu? Siyah Lale Düş’ü mü?

“Yaşam dediğiniz şey bir yanıyla insan çoğaltmak, anı biriktirmek değil de nedir ki?”

Bu cümle elbette insan olmamızı sağlayan düşünce, sorgulama, eylem ve mücadele içerisindeki insan yaşamının paraleline denk geliyor. Keza bu cümleyi kuran Mevlüt Kırnapçı’nın kitap boyunca anlatımı bir nevi bu doğrultuda.

“Son Uçak”ı okumaya başlarken, 70’li yılların emperyalizm karşıtı mitinglerinden birine köylerinden kalkıp gelen Çaycuma gençlerinin coşkusuna ortak oluyor; bir iki sayfa sonra düşünceli, durgun, gözleri buğulu halleriyle aynı gençlerin yıllar sonraki özyoklamalarına tanıklık ediyoruz ve tüm kitap böyle geçişler halinde anlatılıyor. Yine 70’lerin sonlarındaki cadı kazanında önce Kütahya Eğitim Enstitüsü’nde üniversite öğrencisi olan arkadaş grubu sosyalist mücadele içerisindeyken polislerle ve faşistlerle karşı karşıya geliyorlar. “Sıkıntılı günler yaşadıklarını, sıkıntılı günlerin ne zaman biteceğini bilemediklerini, sıkıntılı günlerin nerelere varıp dayanacağını görebilmenin zor olduğunu” konuşuyorlar. Milliyetçi Cephe hükümetinin, ‘güvenliği’ arttırırken her tür güvencesizliği arşa çıkardığı bu günlerde bilimsel projelere, sosyolojik düşüncelere kafa yormak isterken, kültür sanat ve sporla kendini geliştirecekken kaçmak kovalamak kavga etmek ve yakalanmamaya kafa yormak gibi uğraşlar edinen tüm gençler gibi onlar da toplumun geleceği adına bedel ödüyordu. Bu arada tam bir bilgi açlığıyla okuyor, okuyorlardı.

Anlatının başında can arkadaşının bindiği uçağı beklerken birlikte yazılama’ya gittikleri günü gözünde canlandıran Mehmet daha uçak piste inmeden yolcuları indiriyor merdivenden, arkadaşını görme heyecanı olsa gerek!

Yıl 80 olup Mehmet 20 olduğunda Abd’nin “bizim çocukları başardı”, ihtilal oldu! “Sokağa çıkma yasağı vardı ama evin önündeki sekiz on inek, bir o kadar manda ve hatta yetmiş dolayındaki koyun örüye yayılmalıydı.” İhtilal kurda kuşa tüm canlılara yapılmıştı elbet, halkların geleceğine vurulmuştu darbe… Ama köylü Mustafa; “Zalimden büyük Allah var! Varsa bir edecekleri, biz de buluruz bir hal yol!” diyerek hayvanlarını otlağa çıkarmıştı bile. Mehmet ise Kütahya’da yarım bırakmak zorunda kaldığı eğitim hakkını, diğer arkadaşlarıyla birlikte, tekrar elde etti. Bu kez Burdur Eğitim Enstitüsü’nde ve yine karşılarında faşist unsurlar varken, eğitim dönemlerini bitirip öğretmen oldular.

Daha ilk öğretmenliğini Artvin’in dağlarındaki “Olmayan okula müdür olarak” atanıp da ilk görevinin “köye anarşist gelirse durdurup kimlik sormak” olduğunu öğrenmesiyle, kafasını dumanlayan Mehmet’in sorgusu bitmez; “Kim yaşar bu dağlarda? O gençler bu dağların neresindedir? Gitseler bir yerlere gidecek yerleri yok! İnseler şehre, uzatsalar bileklerini kelepçeye, işkencelerden işkence, ölümlerden ölüm beğenecekler! Halk seninle yürümüyorsa maya tutar mı yaptığın savaşım?... Burası merkez köy olduğu halde elektrik yok, yol yok, öğretmenin kalacağı dört duvar bir lojman yok! Kömür yok, odun dağların doruklarında, çeşme donmuş, tuvaletler çalışmaz! Bu devlet dediğimiz şey esip gürlemeye gelince jilet gibi, yaşayıp yaşatmaya gelince yedi kat el!”

Öğrenciliğinde Otelci Halil, Kahveci Eyüp, Bakkal Selim gibi kişilerle anılar biriktiren Mehmet insan çoğaltmaya, mesleğini yaparken de devam ediyordu. Onlardan biri de insan canlısı, güleç yüzlü dost bir komşu ve fakat tam da karşı tarafın siyasi görüşünde bir sağcı! Onun; “Gürcü bir Türk milliyetçisiyim” demesi ve gelişen diyalog şöyle dedirtiyor yazara; “İnsan denilen canlı çok bilinmeyenli denklemdir çoğunlukla. Toplum bilimlerinin yayan kaldığı zamanlar öylesine çoktur ki insan ne diyeceğini bilemez!” Yine de şu cümleleri kuruyor: “Senin politik duruşun, benim bu yaşıma kadar mücadele ettiğim karşı saftır! Ancak, bu benim, senin düşüncelerine saygı duymama engel değil.” Görüşlere saygı duymak, hümanizm çizgisinde benimsenen, bir o kadar tartışılan da bir kavram. “Görüş”e değil de ‘görüşünü ifade etmeye saygı duyma’nın kullanılmasını tercih ederdim. Kaldı ki devamında; “Ortak paydamız Türkiye! Gerisi renktir!” tümcesini okuyunca o rengin o ülkede yaptığı olumsuz her şeyi yok mu sayacağız, sorusu geliyor akla…

Anlatıların çokluğu, yazarı ve okuyanı sık sık farklı duygulanıma sokuyor. Öğrencilerle yaşadığı umutlu neşe dolu anıların yanında çok çok üzücüleri de var; ölüm gibi. “Bu lanet su bugüne kadar kaptığı kişiyi geri vermedi!” cümlesi, köprüsü de yolu izi de olmayan daha nice köyleri getirirken hatıra, küçük Şükran’la birlikte hepimiz üşüyoruz… Bir diğer kız öğrenci Rabia’nın öyküsü de iç yakıyor. Bu “akıllı cin gibi kızı okutmak istemeyen” babasına denilenler kifayetsiz kalırken, Rabia “dağbaşında kalakalıyor çaresiz!” Nice nice Rabialar gibi…

Köy okullarındaki yokluk, çocukların yoksunluğu, ailelerin yoksuzluğu… Bu ışıksızlık, eşitsiz gelişimin sürdüğü her yerde… Her yerde “14 numara idare lambası! Gücü kadar ışık! Buralarda o özlemini çektiğimiz aydınlanmaya daha çok vardı!” Bir o kadar, tek başına çocuğunu büyüten annenin azmi için kurulan; “Dilenecek değildi ya; direnirdi.” tümcesinin güzelliği…

Bekâr bir öğretmenken Mehmet, kurduğu bir cümleyle öğreniyoruz bir anda, çoktan evlendiğini; “Buraya tek kişi geldim, üç kişi gidiyoruz.” Yine iki üç cümleyle verilen; çocuğuyla hastanede kalan, acıyla “oğlum gidiyor” diyen anneyi çok fazla tanıyamıyoruz. Zira oğul engelli doğuyor, devamlı hastaneye getirilmesi gerekiyor ve zaten imkânsızlıklarla yaşarken şehre uzak bu köyde yaşam daha da güç bir hal alıyordu. Böylece makamlar ve bürokrasiyle daha çok uğraştı. Hâlâ sorumluluk sahibi olanlarla da karşılaştı hâlâ “jilet olmaya” devam edenlerle de!

Artvin’den sonra yine bir “Allah’a yakın şehre uzak” dağköyüne, bu kez Sakarya’nın dağlarına atanan Mehmet, faşist bir öğretmenin kümes olarak kullandığı(!) sınıfı tekrar sınıf’a çevirerek, kalacağı yerle ilgili de çalışarak yardım eden köylülerle birlikte bir hal yola koyuyorlar!

Hâlâ sorumluluk sahibi olan ve insancıl yaklaşan kaymakamla diyalog da ilginç; “Nazım’ın politik çizgisi benim doğrultumda olmayabilir, diyor Kaymakam; ama dili benim dilim ve şiiri de benim şiirim! Ayrıştırmak yok; birleştirmek var!” Pek barışçı gibi görünse de bu yaklaşım neyle neyi birleştirmeye çalıştığı muamma? Günümüzde de epey allanıp pullanan bu ‘aynılaştırma’nın olumlu verilmesi ne kadar doğru? Şair Nazım’ın “dili ve şiiri” tam da “politik çizgisi” değil midir? Afşar Timuçin’in dediği gibi “Sanatı kavgasının, kavgası sanatının ürünü” değil mi?

Mehmet’in arkadaşı henüz döndüğü Almanya’dan bahsediyor; “70’li yılların Almanya’sı bir başkaydı, insanlar özgürdü.” diyerek bu özgürlükten bahsederken “mini etek, diskotek, her köşe başında satılan kızartılmış tavuk ve patates…” diyerek anlatması garibime gitti doğrusu! Bir de otobüs firmasının kadın çalışanı için “cilveli” kelimesinin kullanılmasını yadırgamadım değil!

Anıları kalanlardan biri de cami imamı ve bunca düşünce ayrımına karşı öyle iyi anlaşmışlar ki ayrılırken karşılıklı övgüler diziliyor. Öyle ki “İnan evliya gibi adamsın!” bile diyor Mehmet’e ama devamı hem Mehmet’i hem okuyanı çok güldürüyor. “Bir eksiğin var benim indimde! Evliya gibisin ama… Ah bir de namaz kılsan!”

Müfettiş de komik! Zira sınıf öğretmenini teftişe Cuma namazı yoklamasıyla başlıyor! Günün sonunda bütün fiyakası bozulan badem bıyıklı Müfettiş, Mehmet hoca ve öğrencilerini ve okuru da güldürüyor bıyıkaltından!

Öğrenciyken yazılama için kullandıkları boyayı koydukları “delik kazan” ve sonrası ise fıkra gibi!

Kimisi uzun kimisi kısa konuşmalarla kendini gösteren değişik insan yüzleri var Son Uçak romanında. Karşılıklı konuşmaların ise çoğu basit, aynı yapıda ilerliyor ve konuşanlarda ayrı bir kimlik kişilik yok gibi. Bu genel dile de yansıyor ve yazınsal ritim biraz zayıf kalıyor. Bazı bölümler, paragraflar var okurun içselleştirdiği, duygulandığı, hüzünlendiği, güldüğü ama genelinde düz bir anlatım seçmiş yazar. Ve çok uzun, biraz eksiltilebilirdi. Vurucu noktalar öne çıkarılabilir, günlük konuşmalar bu kadar fazla girmeyebilirdi. Açıklamalı ve tekrarlı cümlelere de rastlanıyor. Yine uzun ve kesintisiz ve duygusallıkla şekerlenmiş konuşmalar da anlatının gereği ve yazarın tercihi gibi görünüyor.

Konuşmalarda bazı hitaplar o kadar fazla kullanılmış ki daha yerinde kullanılsaydı şiirsel tat verecekken tekrar tekrar yazılan bazı sözcükler yormuş bence. Cümlelerin çoğunda ünlem işareti olması da dikkat çekiyor; yazar seviyor ünlem’i, vardır bir sebebi…

Kitap bir ‘anılar geçidi’ aslında, yazarın ‘ben’ dilini kullanmasını tercih ederdim bu yüzden. Kullandığı yazar dili, bazen birinci kişiye geçince konuşma da uzarsa yazarı unutabiliyor okuyan. Yazar, yazar olarak da bazen araya giriyor ve ‘Oradaki duygumu nasıl verebiliyorsam ona göre anlatırım.’ der gibi kendine bir açık kapı bıraktığını hissettiriyor zaten. Aslında tam da bu duygusal anlatımdan dolayı ben’in anlattığı bir ‘anı’ kitabı okumayı yeğlerdim. Ve bu değerli anıların anlatımında geçmişe dönüş ve günümüz bölümlerine geçiş yapıldıkça, tarih aradı gözlerim; 1978 Çaycuma ya da 1980 Burdur, 1989 Sakarya gibi… Bence çok şık olurdu.

Öyle bir “roman” ki bazı satırları ‘deneme’ tadı veriyor, bazıları bir ‘makale’ gibi bilgiler veriyor. Ayrı ayrı anektodlar, bazen akışta çok da gerekmeyen küçük bilgi paragrafları… Buna fazla kullanılan bazı kelimeler, dahası doğru kullanılmayan ya da eksik olan kelime ya da harfler de eklenince biraz yorucu bir okuma olabiliyor kimi yerlerde…

“Gelecek güzel günler için bilenen bilincimiz” dediği ve sanıyorum bir metafor olarak kullandığı “siyah lale” düşüyle başlayan ve “siyah lale” arayışına devam ederek kitabın sonuna gelen yazar, özlemle “çocukluğumu istiyorum” dese de ömrünün sonlarına geldiğini vurguluyor; “On dokuz yaşında ürkek bir devrimci. Ürkek ve gelecek düşleri kuran. Savaşsız ve sömürüsüz eşitlikçi bir dünya… Yıllar yılları kovaladı; düş düştü! … Şakaklarıma düşen kır saçlarımda geri dönülmezliğin çaresizliği var!”

Ve yine yeniden dağın başında bir adam, “Uzaklara ulaşma isteği çeker insanı dağlara”, bu kez yalnız başına… Bir o kadar karmakarış…

Her kitap bir umut hem okuyana hem yazana. İnsanlığımızı kazandıran bir madde, insanımızı çoğaltan bir maneviyat. Mevlüt Kırnapçı da külliyatını artırdıkça maddi manevi umudu artırıyor.

 

“Son Uçak” Mevlüt Kırnapçı, ZOKEV yayınları, 2024

 

 

 

Yorumlar

  1. Yine harika bir anlatım ve yorumla yazmışsın Özlem Kiraz. Emeğine sağlık canım

    YanıtlaSil
  2. Sayın Özlem Hanım,
    Yazınızı beğendim; bilincinize sağlık. Türkiye yakın tarihi yazına gereğince yansıtılamadı. Dolayısıyla eleştirisi de yok. Çabanız çok değerli.
    Dönemler gerçek ağırlığıyla yansıtılmadığı gibi sözde liberalliğe hızla dönüştü.
    Saygıyla sevgiyle.
    Günay Güner

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Nedir Savaş?"

Kıyamet dedikleri… Kuyruklu olmasın!

Yeryüzü Ozanı’ndan bize kalan…