Zamanı Gelince… Uçar bigün…
Dikkat! “Ordu yönetime el koydu. Artık her yerde askeri kurallar geçerlidir!”
Askerlik biraz da hizaya gelmek değil midir?
Sevgi Soysal 12 Mart’ta Yıldırım Bölge
Kadınlar Koğuşu’ndaki askerlik günlerini anlatıyor; “Hiza meselesi her bir
işin başı ve de sonu. Hiza, Türk’ün buluşu olan bir ‘komünistlikle mücadele’
metodu. Bizim öz bağrımızdan kopmuş, titreye titreye bulunmuş, kökü dışarda
olmayan bir metot. Elbet bu metot hemencecik keşfedilmedi. 12Mart’ın ilk
dönemlerinde, askeri disiplinle hizaya sokma yöntemi tam anlamıyla
uygulanmıyordu…”
Peki nasıl uygulanıyordu? Kimi öğrenci,
kimi okumuş öğretmen olmuş, bilim insanı, yazar olmuş kadınlar, etrafı silahlı askerlerce
çevrilmiş bir zindandaydılar evet, ama koğuşun kapısı açıktı akşama kadar,
havalandırmaya çıkabiliyorlardı, “Sayım yapılırken illa yataktan kalkmak
zorunda değildin, görüş sırasında karşılıklı oturabiliyordun.” Polisler bile
trafikten gelmeydi ve ‘zebani’likten pek nasiplerini almamışlardı. “Bütün
haksız suçlamalar ve uygulamalar bir yana, vahşi hayvan yerine konmuyorduk
henüz.” Ta ki bu işler’den anlayan, eğitimli emirerleri, koçbaşıları alanı
doldurasıya kadar.
Parlamento’dan “siyasi tutsak
değil tutsak asker” tanımlaması zimmetlenince üstlerine mahpusluk eziyeti daha da
artıyor. “Ankara tepelerinde esen hava sertleştikçe Mamak ve Yıldırım Bölge
tutukevleri, Nazi toplama kamplarıyla yarışa girdiler.” Sorgulamalarda korkunç
işkenceler gören tutsaklar var; “Nice üstün niteliklerle donansalar da
insanların tek başlarına kırabilecekleri bir çember değil bu…” diyor yazar
işkence için. “Ancak yığınların gücü ve
kararlılığıyla” kırılabileceğini söylüyor. “O uzun masanın başına ilişiverip
saatler bazen günlerce sadece yere bakanları asla unutamam. Ama hayat sürüyor
koğuşta.”
Kitap gazete okuyorlar, haberleri
takip ediyorlar, kimi çevirisini yapıyor, kimi ingilizce öğreniyor, hapishane
yönetimine boyun eğmemek ama gereksiz yere de polemik yapmamak için pratik
zekalarıyla birçok şeyin üstesinden geliyor kadınlar, acıyı hüznü bazen de
gülmeceye çevirerek hayata tutunuyor, faşizmin zindanlarında gelecekteki
dünyanın planlarını çiziyorlardı. Fraksiyon ayrılıkları içeriye de taşınıyor,
nasıl hareket edileceğine dair gerilime kadar varan tartışmalar da yapılıyordu.
“Hareketin halkla bağlantısı yetersizse şöyle de baksak böyle de baksak, pek
fark etmez.” diyenler vardı. Her gün “Temel İlkeler”i -bir kutsal kitap misali-
tekrar tekrar okuyarak belleğine yerleştirmeyi önemseyen kişi de vardı. Ona; “Hayata
çevrilmeyen tekrar, insan yaşamında durağanlığa yol açar.” diyen de…
Hapisten çıkarken Sevgi biliyor;
“Hürriyete değil bu çıkış. O sıralarda Edirne’den Ardahan’a uzanan bir
tutukevine.” Keza ölümler, kovalamalar, idamlar… Ülke bir yangın yeri… “Bir gün
önce sokakta rastlaşıp konuştuğumuz tanış ertesi gün alıp götürülmüş
oluveriyordu.”
Tutuklu yakınlarına da ayrı zulüm
yapılıyor, herkesten “hizaya gelmesi” bekleniyor. “Tutuklu yakınları arasında
yaratılan yılgınlık istenen bir yılgınlıktı. Onların yüreklerine salınan kuşku,
yayılması istenen bir kuşkuydu.”
Sevgi Soysal sevgi dolu, mizah
dolu, hüzün dolu anlatısını; “her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar
alışacağım ki” diyerek bitiriyor.
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu
bana tekrar okutan Ender İmrek’in 80 darbesi sonrasında geçen “Zamanı Gelince” adlı kitabı oldu.
“Bu eski darbeler gibi değil. Ne
27 Mayıs 1960, ne 12 Mart. Geçen yıl 24 Ocak’ta aldıkları kararlar dünya
kapitalizmine entegre olmanın çabasıydı. Onun önündeki tüm engelleri
kaldıracaklar. Bu çok uzun sürecek.” diyordu devrimci genç. “24 Ocak
kararlarını şimdi süngü zoruyla işçilere emekçilere dayatıp kabul ettirecekler.”
70’lerin devrimci mücadele geleneğini sürdüren, örgütlenen, sendikalarda eğitim çalışmaları yapıp işçileri bilinçlendiren, sosyalist bir ülke kurmak isteyen gençler iç ve dış sermayenin kolluk güçleriyle kıstırılıp yine faşizmin zindanlarında daha da zalimleşen işkencelerden geçti. “Kırmızı mühürler zamanı… İnsanın etine basılan kızgın damgalar gibi o mühürler. Etrafı çitlerle çevrili bir çiftliğe döndürdüler ülkeyi. Sınıflara ayırıyorlar, sonra basıyorlar damgayı. Bizim etimize basılan, demirin en kızgınından. Her an acısın istiyorlar.”
Hizaya sokmak, yıldırmak, boyun
eğdirmek, tutsak askerlik böyle bir şey! Ve daha tutsaklığın ilk günü gaz
bombası atılıyor koğuşa; “Can havliyle kapıya yüklendiler, parmaklıkları
sökercesine salladılar. Temiz hava solumak için ağızlarını kuş gibi açtılar.
Göğüsler körük gibi inip kalkıyor, gözler yanıyordu. Geri çekilen subay ve
askerler duman içinde çırpınan tutsakları izliyordu.” Bazıları faşistliğin
karaktersizliğini öyle özümsemiş ki; “Biz devletimize bağlıyız, siz iktidarda
olsanız sizin için işkence yaparız.” diyebiliyordu.
“Kafaları kazınmış, rengi solgun
tutsakların ellerindeki tabldot tabaklarıyla askerin kepçesine yaklaşırken
sergiledikleri tablo Hitler Almanyası’nın toplama kamplarını hatırlatıyordu.”
Her şeye rağmen fikirlerinden taviz vermeyerek umutlarını da kaybetmediler. Kaybedenleri de kazanmak için uğraştılar. 80’lerin hüzünle anlatılan, günümüzde de hâlâ pek ilerleme kaydedilemeyen konusu, İmrek’in anlatımında da geçiyor sık sık;
“Dışarıda birbirlerine farklı
gözle bakanlar, yan yana gelmeyenler aynı hücrelerdeydi ve işkence
görüyorlardı… Dışarıda birbirlerini revizyonist, oportünist, sosyal faşist,
karşıdevrimci, işbirlikçi, uzlaşmacı sendikacı olarak görüp ateş püskürenler
burada aynı kafesin içindeydi… Harun ile Yalman’ın dışarıda bir dakika bile yan
yana gelmediklerine kalıbımı basarım… Ne çok örgüt var, ne çok ayrılık…”
“Biz yönetime el koymasaydık siz
başa geçecektiniz. Ama kabul edin ki yenildiniz!” diyordu sorgucular. Onlar da
biliyordu ve sorguluyorlardı kendilerini, nerede hata yaptık, eksiğimiz ne
fazlamız ne, bundan sonra parti olarak ne yaparız?... “Parti en büyük darbeyi
yese bile dağılmaz, yok olamaz. Hem bizimkisi bir dava! Sınıfın davası, sadece
fiziki bir durum değil yani. Düşüncemiz yok olacak değil ya! Örgüt dediğin
yıkılsa da yeniden kurulur… Sabun köpüğü değil birikim bu!”
Hepsi fikrini söylüyordu.
“Özgüven iyi de sınıfa
dayanmayınca kof bir özgüven oldu. Zor koşullara uygun tutum alamadık… Yiğitlik
fedakârlık yeter sandık. Sınıfa halka bağlılıkla her şeyin üstesinden geliriz
gibi bir kolaycılığa kapıldık.”
Biri; “Ayrı sendika kurup iyot
gibi açığa çıktık. Cuntanın hedefi haline gelmek daha kolay oldu.” diyordu.
Öbürü; “Sendika kurmaya mecbur bırakıldık. Denetimine aldıkları sendikada bize
çalışma olanağı bırakmadılar. Kimse yanlışlarını söylesin, muhalefet etsin
istemediler.”
Yine; “Kendimizi işçilerden
ayırdık. İçerden seslenmek, doğru bildiklerimizi sendikanın içinde anlatmak
daha kolaydı oysa.” diyen de vardı.
Bu konuşmalar, tartışmalar “insanı
içine kapanmaktan koruyor, canlı tutuyor.” Umutsuzluğa ‘kalkan’ oluyor. 70’lerde
bir nebze alınabilen haberler bu dönemde ancak polise sorguya giden
tutuklulardan alınabiliyor; “Paranla gazete alamıyorsun. Ne gazete ne radyo var.
Dışarıda ne olup bittiğini bilmiyoruz, dünya yıkılsa haberimiz olmayacak!”
Koğuştakilerin hepsi sıkıntılı,
hepsi yaralı. “Bir inilti duydu. İşkenceden geçen biri sayıklıyordu…
İrkilerek uyananlar oluyordu… Savaş sonrasının yaralıları gibiydiler… Gündüz
gülerek geçiştirenler gece uykuda açığa vuruyordu her şeyi.”
Tabip subay ise doktorluğuyla
askerliği arasında bocalıyor, daha çok da askerliğinden taviz vermiyordu; “Bizimkiler
de işkence yapmayı öğrenemedi gitti. Oysa kursa giden, ders alan, Amerika’da
eğitim görenler var… Kaç defa bu kadar berbat halde önümüze getirmeyin, dedik.
Öğrenemedi gitti eşek herifler!”
“Tufan geçince”, “Şu sis
dağılınca” her şeyi yine yoluna koyacaklarına inanmışlardı, mücadelenin
bitmeyeceğini, “örgütün sadece bir araç” olduğunu, koşulların onu yeniden
yaratacağını biliyorlardı. “Beş yıl on yıl hapis yatmaktansa bir yol bulmak
daha iyi değil mi?” diyerek o yolu da buluyorlardı. Yolu bulduktan sonra ise
inanılmaz ve hem cesaret hem korku dolu bu yolculuğa çıkıyorlardı…
“Bulutlar çekiliyor, güneş
gözlerini ovuşturarak gün yüzüne çıkıyordu.” diye bitiriyor yazar ama “Zamanı
Gelince”deki birçok karakterin “yaşamının bir nehir gibi akmaya” devam ettiğini,
edeceğini hissettiriyor okuyana.
Üniformalılar her dem korkuttu
sıradan vatandaşı, ne de olsa sermayenin bekçisiydiler. Bir de sivil askerlik
var artık malum! Dünyada ‘neoliberal-postmodern sivilleşme’ çok moda! Bu üniformasızların
zorbalığı da üniformalıları aratmıyor! Hele bunlar ‘sivil ve özgürlükçü’ gibi
cilalı sıfatlarla açmıyorlar mı perdeyi? Bunlara kısaca “Yeni Dünya Düzeni”,
“Yeni Türkiye” filan deniyor! ‘Yepisyeni Cici ve Özgür Kapitalizm’ de
diyebilirsiniz! Ya da şöyle:
“Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında,
ananı
ağlatanı
Kârun
etmek hürriyetiyle hürsün!”
Yıldırım
Bölge Kadınlar Koğuşu’nu anlatırken Sevgi, “Uçurtmayı Vurmasınlar” filmindeki “düşünce”
suçlusu İnciler’in koğuşu geçmişti zihnimden. İkisinde de yuvasından düşen
yavru kuş vardı. Soysal anlattığı durum karşısında şu cümleyi kurmuştu; “Faşizm
kuş yuvaları karşısında gevşemez!”
Filmdeki
hapishane müdürü de gevşemiyor ve uçurtmaya tüfeğini doğrultuyor! 80
sonrasının “kader mahkûmu” 5 yaşındaki Barış, hapishane avlusunda özlemle
bekliyor uçurtmanın uçmasını:
“Niye
uçmuyor İnci?”
“Uçar
bigün…”
Sevgi
Soysal, “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Bilgi yayınevi, 1976
Ender
İmrek, “Zamanı Gelince”, Kor Kitap, 2022
“Uçurtmayı
Vurmasınlar”, 1989
Yorumlar
Yorum Gönder