"Nedir Savaş?"

 




…Bırak atom savaşlarını bir an

İki komşu arasında sıradan bir savaşı düşün

Kimileri yıllar yılı bitmiyor

Atılan bombalar, harcanan mermiler

Alınteri vergilerden

Yakılıp yıkılmış bir şehir

Kolayla mı yapılır yeniden

Evlerin asansörü merdiveni penceresi

Bir düşün serin kanla lütfen

Dirilir mi yirmisinde ölen asker, askerler

Bir düşün serin kanla, ya da sor bir uzmana

Yanıtla şu küçük soruyu rica ederim

Aptallık değil de nedir

Nedir savaş?”(1)

Konu savaş’sa orada ‘insan’ yoktur, bilirsiniz. “Harbin ilanı… Siperler… Durup dinlenmek bilmeyen karlar. Öbek öbek insan cesetlerinin kaşla göz arasında karlarla örtülüşü…” Selahattin Enis’in 1930’da yazdığı ve çökmüş İmparatorluk’tan çökmüş insan kesitleri çizdiği “Mahalle” romanı, Mütareke döneminde işgal altındaki İstanbul’da karısı ve 6 aylık bebeğini bırakıp savaşa katılan Rüştü’nün, dört sene sonra ‘evine’ dönüş yolunda karmakarış düşünceleriyle başlıyor.

Daha baştan biliyor savaşın ‘ne’ olduğunu. Zira Balkan Savaşı’nda “Sokaklarda asker cenazelerinin, gecenin geç saatinde araba araba taşındığını evinin penceresinden kaç kereler seyretmişti.” Ama saraydan gelen “Emirler sert ve kesindi… İdam cezası bol ve ucuzdu…” Eşi çocuğu ve bir işi vardı, fakat “bir gün dönmek ihtimaliyle” bu emre itaat edecekti. Bir türlü yanıtlayamadığı şey ise, evet hükümet onunla bununla harp edebilirdi fakat “bu bedbaht ve masum yavrunun bunda kusur ve günahı neydi?”

“Kaç kıta değiştirmiş, kaç cephede harp etmiş, on sekiz yerinden yaralanmıştı…” ve o “İnsanı çökerten kurşun değil, ıstırap ve keder…” diyordu. Yıllardır özlemini çektiği İstanbul’a adımını attığında; “Ah bu İstanbul… Dört haneli bir köy değil, koca bir umman.” diyordu. “Ah, kahpe İstanbul! Tarihin kart orospusu! Yaralanan aslan yerde yatıyor, söz şimdi leş yiyen sineklerin ve uyuz köpeklerindir.”

Ya evinin olduğunu sandığı yer? “Akseden güneş ışığı altında Tophane üstünü teşkil eden sırtların bir çöl gibi bomboş olduğunu görmüştü. Bu gördüğü, onda, on sekiz yara almaktan fazla, daha derin bir ıstırap ve üzüntü yaratmıştı.”         

Ya uğruna ölümden döndüğü memleketinin insanları? “Beklediği ne alkış ne kucaklama ne de minnet ve şükran; sadece bir güler yüzdü. Karşısındaki insanlar maalesef bunu bile kendisine çok görmüşlerdi.” Öyle duyarsız, öyle aşağılayıcı tavırlarla karşılaşıyordu ki; “Göğsüne şu madalyayı takacağına para ederse sat da beş kuruşluk sabun alıp hamamda yıkan!” gibi sözler… Bu hallerinden anlıyordu onların vatanseverliğini! “Görüyorum ki sen muharebe devam ettikçe burada yan gelip keyfine bakmışsın.”

Her şey bir tarafa; “Üstelik memleketi de düşman istilasına uğramıştı… Kim temin edebilir ki Irak cephesinde bir süngü hücumu esnasında omuz başında şu derin yarayı açan düşman askeri, biraz evvel kaldırımda yan yana yürüdüğü İngiliz askeri değildir?”

İşgal altında yaşamak, kapının yanında kul, parya olmak her dem böyle değil mi; “Askerdeyken hiç tanımadığı memleketlerde duymamış olduğu yabancılığı, yadırgamayı şimdi burada, doğduğu, ömrünün yirmi küsur senesini geçirdiği bu şehirde duyuyordu.“              

Yanmış harabe olmuş evinin taş eşiğine büzülen Rüştü; “bir toprak parçası sahibiyken baldıran ve ısırgan otları bile, memleket için on sekiz kurşun, şarapnel ve süngü yarası taşıyan vücudunu” fazla görüyordu bu şehirde!

Ortada büzülüp kalan bu adamın “karmanyolacı” olmasından şüphelenen iki polisten biri inanırken Rüştü’ye, diğer polis; “Abe Üseyn efendi… Süyleme iki gözüm büüyle sen de… Bolamamış mı koca İstanbul’da barnacak otel, bekâr kavesi de burada yıkılıp kalmış?” diyerek su koyveriyordu. (Bu işgüzar polis, her haliyle “Bekçi Murtaza”yı hatırlatmıyor mu?)

Rüştü’nün samimiyetine inanan diğer polis ona yardımcı oluyor ve iş de buluyor. Polisin şu sözleri ise Osmanlı İstanbul’undan alıp götürüyor bir anlığına okuru, tam da bugüne; “Ben polislik filan yapacak adam değilim. Okudum, iyi tahsil gördüm. Fakat ne yaparsın? Memleketin hali malum. Türklere iş yok. Memleket işgal altında. Yarının ne olacağını kimse bilmiyor.”

Ya Mahalle? İşte o tam da bu aşamada gösteriyor kendini hem okura hem Rüştü’ye…

Rüştü bekçi’dir artık o Mahalle’de, diğer anasının gözü iki bekçiyle birlikte.

Her gece her gündüz izlediği, tanığı olduğu Mahalle’yi aynı anda okur olarak biz de gözleriz; “Terk ettiği İstanbul’la bugün bulduğu şu mütareke devri İstanbul’u arasında o kadar müthiş bir fark göze çarpıyordu ki… Harbi Umumi devrinin açlığı ve açlığın doğurduğu akıbetler, cemiyetin sosyal düzeni ahlâki bünyesini sarsmıştı… İstanbul yetmiş iki milletin geçidi halini almıştı. Şehrin bir Babil Kulesi’nden farkı yoktu. Şehir adım başında açılmış barlar ile fahişelerin toplandığı evlerle muazzam ve büyük bir genelev halini almıştı…”

Babil Kulesi deyince okur, bugünün İstanbul’unu, Anadolu’yu düşünmeden durur mu? Ya açlık? Ya sosyal düzen? Ahlâk? Ya açlık hissetmeyenler?

Üst tabaka’nın açlığı peki? “Salonlarını, kapılarını artlarına kadar düşman zabitlerine açmışlardı. Bu tabaka, harpte bir şehit vermediği gibi insanların şehirde ve köylerde açlıktan sinekler gibi öldüğü günlerde açlık nedir hissetmemiş, aksine çok yiyişten mide fesadına uğramışlardı…”

 Ya “düşman zabitlerine” hoş geldin edenleri okuyunca, kahrederek hatırlamaz mıyız 6. Filo’yu, onlar için temizlenen, boyanan genelevleri? Daha geçenlerde, katil ve işgalci İsrail’i korumak için bölgeye gönderilen ABD savaş gemisinin limanımıza demir atmasını, burada ortak tatbikat bile yapıldığını?

“On sekiz kurşun, şarapnel, süngü yarasıyla delik deşik olmuş bir kalbura dönen vücut ile bu faciayı seyretmek” Rüştü’ye düşüyor o günlerde! Bugün ve yıllar yılı Nato sayesinde aynı tezgâhı kuranlar içerde ve dışarıda yine aynı… İzleyenler hepimiz… Karşı çıkanlar, onlar bir avuçtan biraz fazla…

‘Mahalle’ işgal altındaki İstanbul’un bir panaroması gibi! Orada bir Paşa vardı ki, onun için; “Hürriyet demek ayak takımının, uşak makulesinin saltanatı demekti… Doğrusu kendisi öyle savaş filan gibi şeylerden hoşlanmazdı. Onun için İngilizlerle uzlaşarak işin halli taraftarıydı. Eh ne yaparsın, devre göre biraz eğilip bükülmek lazımdı… Zaten ağası ve akıl hocası Tayyip Efendi de bunu tavsiye etmişti.”

Devir ‘riya’ devriydi, yeri gelir “Yaşasın hürriyet” diye bağırır, yeri gelir Sultan Hamit’in eteğine saklanırdı. “Sağcıyla sağcı, solcuyla solcu / Çevir kazı yanmasın çevir de çevir / Çevir kazı yanmasın devir bu devir”(2)  idi!

Bir başka Paşa’nın hallerini izlerken, onun, nasıl bir ince çizgide, korkarak ama ip cambazı gibi oynadığını içimizde hissederiz! Saraydan gelen “Telgrafı alır almaz beti benzi atmış, korkusundan alt dudağı uçuklamıştı. İki senedir vilayette gül gibi geçiniyordu. Menfilerle zerre kadar teması yoktu. Sabah konaktan çıkıp hükümete akşam hükümetten çıkıp konağa gidiyordu…” Eyvah ki ne eyvahtı! Daha fol yok yumurta yokken koskoca Paşa öleyazmıştı!

Ya “Sosyete lağımı”? Bekçinin “Her gece kapılarının önünden geçtiği evlerin, hatta şu konakların içinde neler dönüyordu ki bu bey, paşa kızlarının yaptıklarını alimallah Hayrettin İskelesi’ndeki kötü karılar yapmazdı… Her gece pencerelerinden ışık, musiki, kahkaha, neşe taşan semaya başkaldırmış şu muazzam binaların, Rüştü’nün nazarında boş ve metruk taş yığınlarından farkı yoktu. Bu binaların içindeki adamlar, ona başka bir aleme mensup insanlar gibi geliyordu. Onlarla konuşmasına rağmen lisanlarını anlamıyordu. Çünkü bu çatı altında eğlenenler genellikle, memleketin namlı ve meşhur insanlarıydı. Hangi babayiğit böyle bir eğlentiye mâni olmak cesaret ve cüretini kendinde görebilirdi? Her şey her nimet gibi gülmek, eğlenmek hakkı da her zaman bu adamların değil miydi?”

Onurlu yaşama tutunamayan, fakirlikle “düşen” ama yine de fakirlikten kurtulamayan alt tabakanın yozluğuna; “Asabi, patırtıcı, hassas görünen kütle, orospulukta ve pezevenklikte bile zenginle fakir arasına bir fark koyuyordu.” (2024’ten bakınca çok şaşırdık mı? Malum, memleketin ünlü hırsızı “Dilan”ı ‘takip eden’ de bugünün “asabi, patırtıcı, hassas görünen kütle”si değil mi?)                                                                                                                                                     

Eğlenmek bir tarafa, ya asgari yaşam hakları? Riskli bir doğum yapması gereken kadının parası olmayan eşine; “Sen ebeye gitmen lazım gelirken, yanlış yere bizim kapıyı çalmışsın. Memlekette sürü sürü ebe hanımlar ne güne duruyor? Cebinde doğum için doktora verecek 150 lirası olmayan…” diyerek alay eden doktor, savaş döneminde “İstanbul’u mesken tutup parayı vur…”muştu. Asıl doktorlar “cephe cephe dolaşıp savaş yaralarını iyileştirirken…”

Şu paragraf yine bugüne götürüyor okuru; “Görülüyor ki okumuş olması kendisini aç bırakmakla beraber, fazla olarak duygulu da bir adam yapmıştı. Değil idadi mezunlarının iki üç yüksek mektep tahsili görmüşlerin bile elleri böğürlerinde, aç mide ile gezdikleri bu memlekette, bugün karnının hiç olmazsa tok oluşu bile bir talihlilik eseriydi.”

İşte bu okumuş kişi, bu duygulu ruh haliyle bir kahve muhabbetini nasıl çekerdi? Biri; “Boş hürriyet karnımızı doyurmuyor.” diyor, diğeri; “Ben emekli maaşını almadıktan sonra hürriyet ha varmış ha yokmuş… Bana vız gelir.” Öbürü tam olmuş; “Maaş işini ecnebiler alacakmış diye bir söz işittim. Eğer bu olursa o vakit işler düzelir. Görmüyor musunuz yahu, heriflerin katırlarına yedirdiklerini bizim değme beyimiz, efendimiz bulamıyor!” hezeyanında…

Bu yozluğun arasında bir tazelik de yok mu? Elbette var ve haykırıyor; “Köle ruhlu herifler! Uşak ruhlu herifler! Yerin kulağı varmış diye susacağız, değil mi? Susun bakalım, susun… Daha ne vakte kadar susacaksınız bakalım?” Kaptan, bugünün işgal karşıtlarının atası gibi! Rüştü’yle de tabiatları benziyor; “Harbi bunlar yapmadı.” diyor ona, “Sen yaptın, benim oğlum yaptı, ben yaptım. Fakat kulakları top sesi işitmeyen bu adamlara, görüyorsun ya işte yalnız övünmek düştü. Bu yüzden utanmamışlar, memleketi sürü sürü işgal eden düşmanları kurtarıcı ilan etmişler.”

Bir sarhoş vardı, öyle iyi kalpli sevecen bir adam ama Mahalle’de “sevilmeyen” kişi! (Sırf içki içtiğinden mi yani? Yoksa fazla mı iyi niyetli?) Bir gün meyhane dönüşü duraklıyor; “Beş yaşında var yok bir çocuktu. Yüzükoyun köprünün kaldırımı üzerinde yatıyordu. Üzerinde dizlerini bile örtmeyen yırtık bir entari vardı. İnce derili masum çocuk cildi, entarisinin yırtıkları arasından bütün sefaletiyle gözüküyordu.” Sırtındaki ceketi işte bu çocuğun üzerine örtüyor ve Mahalle’ye ceketsiz dönüyor. Dedikodu, abartı, fesatlık o kahvehanegillere neler söyletmiyor ki hakkında! Nasıl da güncel, nasıl da küçük insan halleri… Nasıl da tanıdık…

Savaşta iki gözünü kaybeden baba da vardı Mahalle’de. Babasının onu koşarak kollarına alacağı, gezdireceği günü bekleyen 8 yaşındaki oğlu, tersine babasının koluna girip yürütüyor, bir türlü bağlanmayan gazi maaşı için getirip götürüyordu onu. “Daha sekiz yaşındayken yüzüne güngörmüş bir ihtiyarın yorgunluğu çökmüştü.” Ve yaşayarak anlıyordu ki; “Muharebe sokakta arkadaşlarıyla oynadıkları oyunlara benzemiyordu. Muharebe korkunç ve müthiş bir şeydi. Muharebede açlık vardı, sefalet vardı, ölüm vardı, kör olmak kötürüm olmak vardı.”

Bir çocuk için bundan daha korkunç ne olabilir? Üstüne ceket örtülen o çocuk gibiler de öyle çok ki… Savaş, işgal, sömürü, eşitsizliğin hüküm sürdüğü, dahası 21. yüzyılda bile hâlâ feodal karanlığın aşılamadığı her yerde olagelen, en acısını da çocukların yaşadığı korkunçluklar… “Bir ferdi gülüp bin ferdi ağlayan bir cemiyette hayatın, sonsuza kadar sızlayan ve kanayan bir yaradan ne farkı vardı!”

İşgalci ve yardakçılarının, işbirlikçilerin lüks içinde yaşadığı bu şehirde Bekçi Rüştü’nün de her vakit gördüğü oydu; “Viranelerde yatan, köprü altlarına sığınarak sarkık aç karınlarını buz gibi demir sacların üzerine yapıştırıp titreye titreye uyumaya çalışan, soğuktan morarmış ellerini gelene geçene bir lokma ekmek için uzatan zavallı bir sürü yavrucakların perişan hayalleri…” 

“Toprak çıkıntıları, toprak satıhları… Sürü sürü toprak çıkıntıları, toprak satıhları… Yığın yığın, sessiz, dilsiz, kitabesiz toprak çıkıntıları, toprak satıhları… Umumi harpte bu toprak neler neler yutmamıştı? Tabutsuz ölüler mi, kefensiz cenazeler mi, neler neler yutmamıştı?”

Savaşta gördüğü ölümler yetmiyormuş gibi, Rüştü, Mahalle’de bekçilerin görevlerinden biri olan ‘mezar kazma’ işini de yapıyordu ve her defasında karısı ve oğlu sağ mı ölü mü, onları bulabilecek mi, adeta deli oluyordu düşünmekten… “Toprak bir değirmen çarkı, ölü bir buğday tanesi ve kendisi bir değirmenciydi. Vazifesi etten ve kemikten oluşan, ellerine verilen bu taneleri, toprağın müthiş ve kara çarkına geri vermekti.”

Toprak ona verileni öğütüyor evet, döngü sürüyor, yaşam devam ediyor. Yaşamak için savaş’a ihtiyacımız var mı? Yeni topraklara, yeni kalelere, daha üstünlüğe, daha silaha, daha nakite, daha nakite, daha nakite… ihtiyacımız var mı? Peki “Nedir savaş?” 

“En ucuz tüfekle yoksul eve bir banyo

Bir topla oyun yeri mahalle çocuklarına

Bir tankla on derslikli on okul

Bir uçakla yedi köye bir hastane…

 

1-Fakir Baykurt, “Nedir Savaş?”, 1987

2-Timur Selçuk, “Dönek Türküsü”, 1978

 Selahattin Enis, “Mahalle”, 2021, İthaki yayınları



 


 

 

 

.

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kıyamet dedikleri… Kuyruklu olmasın!

Yeryüzü Ozanı’ndan bize kalan…