Zonguldak Belediye Sineması'nda #İFF günleri...
Pazartesi "Tam zamanlı"...
"Avrupa rüyası, beyaz yakalı'ya da cehennem" olalı çok oldu! Küresel dünya o kadar eşitlikçi ki(!) sömürdüğü üçüncü dünya ülkelerinin işçileriyle kendi beyaz yakalılarını, üst sınıfa hizmet eden bir otelde temizlik yaparken "görünmez ol" emriyle ’eşit’leyebiliyor çoktan!
Ve rüyalar şehri Paris, çalışan bir kadının uyumasına bile izin vermeyecek yoğunlukta iş-yol-ev döngüsünde soluk soluğa müthiş bir tempoya sahne olabiliyor. Ve tek başına baktığı iki küçük çocuğunu bırakacağı bir yuva bile olmayan kadın, kapitalist meta birikiminin doruğunda, iş gücüyle, sermayenin cennetini yaratırken bir yandan da ezilmeye, kendi cehennemini yaratmaya devam ediyor.
Tam zamanlı, tam da zamanında bir telefonla gelen yaşam sevincini izleyenin de kalbinde hissettirse de "tam zamanlı yarı zamanlı" ismi verilen bu çalışma düzeni'nin, insan hayatını paramparça ettiğini de beyninde his'ettirdi!
Salı "Kibritçi Kız"...
Sevgisizlik çağımızın, aslında kapitalizmin vebası. Bazen yaşarken ölü gibi olur insan; sevgi arayışı, hele bu kapitalizm çağında, Modern Zamanlar’ın Şarlosu misali çarkın arasındaki vidaya dönüştürülmüş bedenlerimizle çırpınıyorken çok çok zor...
19.yüzyılda, karlı havada ayakları çıplak küçük kibritçi kız'ın hayallerini yakan sermaye, 21.yüzyılda onu yine, bir kibrit paketinin üstündeki etikete dönüştürürken aynı zamanda güzel elbiseler giyip mutlu olmasının düş'ünü kurdurtsa da eşitsizliğin, para'nın hâkim olduğu yerde 'sevgi' de olmuyor. Ne oluyor? Kayıtsızlık, lakaytlık, yalnızlık, üstüncülük, ezilmişlik, boşluk, bunalım, kötülük, kötülük, kötülük...
Ölüm ya da hapis... ya da bir yol daha olmalı mı, dedirten bir filmdi "Kibritçi Kız".
Çarşamba "Ceylin"
"Az gelişmiş çok sömürülmüş" 3. Dünya ülkesi değildik biz... Sömürge imparatorluklarına karşı savaşarak bağımsızlığımızı kazanmış, dev siyasi ve sosyal haklarla taçlandırmıştık bu mücadeyi. Sonra birgün biri çıkıp "hadi Kore'ye" dedi, bağımsızlığı Nato'ya sattı, ülke üslerle doldu! Başka biri "yollar yürümeyle aşınmaz" dese de öyle aşındı ki bir diğeri "sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı" dedi! Ülkeye çöken 'yeşil perde' kapandıkça kapandı.
Ekonomik eşitsizlik, tırpanlanan sosyal haklar, ucuz işgücü sömürüsüyle gelen kardeş kavgaları mezhep çatışmaları, bilimsel eğitimin önce 'milli' sonra 'dini' eğitime dönüştürülmesi... Köy Enstitüleri bilgili-sorumlu-vicdanlı bir nesil yetiştirirken onu kapatıp tarikatlara, cemaatlere akıtılan parayla cahil-sorumsuz-vicdansız bir güruh çıkarılması...
Nihayet dinci, gerici, piyasacı, sonuna kadar Batıcı iktidar tüm fosilliğiyle kibrit suyu ekti memleketin taşına toprağına, mafya düzeni tam yerleşti. "Ağaçların bile sol'a eğildiği" o yıllar'dan tek bir ot bırakmamacasına hırsla rant kovalanan yıllara geçtik. Toprağa suya insana hayvana yeni doğan bebeğe soluk aldırmayan yıllar...
Çamurun içinde taşıma sularla çadırda sefalet içinde yaşayarak mevsimlik tarım işçiliği yapanlar, bebeğini orada doğururken yatalak olan kadın, bu yoksunluğun içinde büyüyecek olan bebek, haksızlığa gelemeyen ve bu yüzden adı deli'ye çıkan ağabey, yine işçilik ve ayak işleri yapsın diye okula gönderilmeyen 14 yaşındaki Ceylin ve yaşına başına bakmadan ona göz koyan ve 'satın alan' tacizci dayıbaşı...
Tüm bunları çekerek onlara yardım etmek isteyen fotoğrafçının kendi karmaşık hayatı, deneyimsizliği ve çözümsüzlüğü... 'Evlenmemek' için, bebek Zeliş'i de kucaklayarak çadır kentten kaçan Ceylin'in yürüyüşü... Nereye?
"Ceylin"i izleyince Bağımsızlık Savaşı'ndan bugüne geçen o yıllardan başka bişiy düşünemedim.
Perşembe “Ne Yapmalı"
Yugoslavya’dan koparılan ülkelerden biri Hırvatistan ve tüm kopartılanlar gibi önce toplumsal zenginlikleri, eğitimi, sağlığı, fabrikaları yağmalandı, özelleştirildi, toplumun ahlakı çökertildi ve kapitalist ahlak(sızlık) yerleştirildi. Ne kadar da tanıdık! ABD AB emperyalizminin terör uyguladığı her yerde olduğu gibi…
Grejde fabrikası onlardan biri ve işten çıkarılanlar, çalışanların gayreti, mücadelesi, hüznü, umudu, umutsuzluğuyla tam da içimizdeydiler.
Cilalı güzellemelerle iktidarı alan sağ siyaset'e bağlanan umutlar da fabrikanın enkazında yerle bir oldu.
Bir Köy Enstitüsü bir Sümerbank bir kağıt fabrikalarını, TTK sosyal binalarını hatırlattı bana bu harabe. Ve işçilerin, ‘olmayan’ makinelerin içinde çalışması, pandomima estetiğiyle hareketleri muhteşemdi… Bir o kadar hüzünlü…
Cuma “İşçilerin Fabrikası”
Yine Hırvatistan’da bu kez işçilerin hisse sahibi olduğu bir fabrika ve yine büyük umutların kapitalizmin çarkında yok olduğu bir fabrika. Hisse usulü işçilere satılan fabrikanın sahibi olma hissi sarıyor işçileri. Müdür de hizmetli de fabrikanın sahibi, ne güzel. Bir işçi ise şöyle diyor; “Sosyalist dönemde fabrikayı geliştirmek için daha ne yapabiliriz’i tartışırken şimdi konuşulan tek şey sahiplik, hissedarlık." Alım satımlar düşünüldüğü gibi olmayınca maaşlar verilemiyor, vaatler yüksek tutulsa da bi süre sonra işçilerin çoğu bunu önemsemiyor, sorgulamalar başlıyor. Zira; "Maaşın çok yüksek olması farketmiyor, önemli olan bunun devamlılığı. Gelecek ay maaş alabilecek miyiz? Bunu bilmemiz gerek." diyorlar. Ve bir işçinin dediği gibi; "Sistemin aynı olduğunu unuttuk ve hayallere daldık. Fabrikanın sahibi olsak da diğer fabrikalarla iş yaparken kapitalizmin kurallarına bağlıydık. İşleyişte farkeden bir şey olmuyordu."
Cumartesi "Yaz Tatili"
Kars'ın Başkaya köyünde hayvancılık yapan ailesine yaz tatilinde yardım eden küçük çocuğun yaşamından kesitleri izledik. Keşke deniz tatili de yapabilseydi'yi dillendirse de, kaz çobanlığı yaparken bir danaya yoldaşlık ederken atını sulayıp gezdirirken onlarla olan bağı nasıl da sevgi dolu. Köyün, (eksi onbeşlerdeki) kışını değil ama yazını seven çocuğun veteriner olmak ve anne babasını tatile denize getirmek gibi bir hayali var. Onun gibi yerleşik değil göçebe olan ve çadırda yaşayan Ceylinler'in yaşadığı şartlar ise hayal bile kurdurmuyor onlara. Ya taşımalı sistemin 'taşıma'sının "tasarruf" bahanesiyle kaldırıldığı için traktörle okula gitmeye çalışanlar, hiç gidemeyenler...
"Onca gülüş nereye gitti"
3. Dünya ülkelerinin çoğu gibi Nepal'de de ekonomik kriz işsizlik sarmalında ailelerine bakamayanlar çalışıp para biriktirmek için Suudi Arabistan'a gidiyor ve orada olmadık sebeplerle kötü muameleye maruz kalıyor, hapse atılıyor, idam ediliyor, işkence görüyorlar. Şeriat nasıl da kanatıyor dünyayı, bide buna petrodolarlar eklenince... Demokrasi havarileri(!) bu çöl beyinler için değil de 'laik Suriye' için özgürlük çığlıkları atabiliyor ancak! Ne şaşırtıcı!!
"Valiz"
15 dakika boyunca bir sözcük bile duymadan izlediğimiz filmde, bilge bir insan olduğunu hissettiren göçmen adamın bir valize sığdırdığı yaşamına tanık olduk. Dünyanın yüzlercesine tanık olduğu acılardan ölümlerden küçücük ve tokat gibi bir kesit, çok naif, çok çarpıcı...
"Psikolojik Enkaz"
"Gidenler canını kalanlar aklını kaybetti." Tam da bu cümleden yola çıkarak kurmuş filmi, kendisi de depremzede olan yönetmen. 6 Şubat depremi ve bir anda yok olan aileler, ölüsü bile verilmeyen insanlar, bunca kaybın üstüne bir de devletin yokluğu, yardımların eksikliği... Enkazdaki psikoloji... Ne denilebilir ki...
"Rodakis'i Ararken"
Afişinde etkileyici bir çizim olan bu film, bir mezar taşının izini sürerek bir asır öncesindeki Mübadele'yle hayatları değişmiş insanları hatırlatıyor. Yağmalanan evler, "dümdüz" edilen tarihi kalıt, bazı hüzün bazı neşeyle yadedilen simgesel hatıralar... Dünya Savaşları'nın mahvettiği, sömürgeci devletlerin aralarına nifak soktuğu halkların bir mezar taşı vesilesiyle kucaklaşması, ne kadar da birbirlerine benzediklerini keşfetmeleri çok hoştu sahiden. Hafta boyunca izlediğimiz filmlerden yüreğimizde biriken gerginlik bu filmde dudağımızdaki gülümsemeyle biraz dağıldı, diyebiliriz belki.
Yine de şunu söylemeden edemeyeceğim, bu acıların asıl faili emperyalist örgütlerden biri olan AB'nin 'fon'larıyla, "kanlı para"yla oluşturulmuş bir 'müze'ye bırakılması bu mezar taşı'nın, ayrı bir hüzün değil mi?
Yıllar sonra #İşçiFilmleriFestivali #Zonguldak'a da geldi. 6 uzun 4 kısa film izledik. Emeği geçenlere teşekkürler...
Yorumlar
Yorum Gönder