Mülkiyet aşkın kâhyasıdır! (1. kısım, öyküler)

 


“Erkek vuruyor-devlet koruyor” sloganı ne çok söylendi son yıllarda. Devlet de erkekti hâlbuki bildik bileli ve “erkek düzen”i korumaktı görevi. İktidar sahibi “erkek”ti ve denetleyicisi de “devlet”! Güzel! 

Peki, Arife Kalender ne diyordu dizelerinde? “Tüm zamanlarda anamdan öğrendiğim / baba dilimin şiddeti / balyoz indirir duvarlarıma”; Başımızda hep “erkek” olmasını “anamızdan” mı öğrenmiştik biraz da? İlk Tanrıların bile “dişi” olarak mağara duvarlarına resmedildiğini, tam bir milyon yıl boyunca toplulukları kadınların yönettiğini bilirken; ne trajiktir şimdi bilinemezci bir ‘kader’e saplanan kadının, eril düzeni yapılandırması… Hem de sadece son bin yıldır süren eril düzeni…

Nitekim ‘avcı-toplayıcı-göçebe’ kadının ‘sütü’ herkese yetiyordu o dönemde… Ne ki toplumların itici gücüyle yaşanan değişim, üretimde artış, çatışma ve çelişkilerle tarih ilerliyordu. ‘Biriktirme’ ve ‘Tanrı’ ve ‘toprak mülkiyeti’ derken ‘feodalizm’de her şey Tanrı’nın; yani onu temsil eden kralın oldu… Bu ‘her şey’in içine kadınlar da giriyor tabii! Ortaçağ derebeyinin “ilk gece hakkı” bir yana; göz koyulan kadının tartışmasız elde edilmesi hep olmuştur toprak ağalığında-ve her ağalıkta-. O “kadın”lardan biri şöyle diyor mesela; “…kuşaktan kuşağa geçen değersiz değerler, ilkel töreler… Birileri sevginiz ve bedeniniz hakkında karar veriyor…”

Dünya krallara da kalmadı; ‘köylü asilzadeler’in toprağı ‘buhar’ oldu Sanayi Devrimi’yle. ‘Kent asilzadeleri’ burjuvalar daha ilerletti tarihi. “Marabalık” bitmiş, “eğitimli birey” başlamıştı. Ne ki toprak mülkiyeti de özel mülkiyete,-eğitimli eğitimsiz köle bireylere- evrilmişti bile. Bu mülklerden biri de “kadın”dı; “Kuralları sen koyuyordun ekonomik gücünle, beni sevdiğini söylediğinde bile önceliklerin hayatına sağladığım kolaylıklar yüzündendi.” diyordu evli bir “kadın” mesela… Tarihler ilerlese de sınıflar yerli yerinde duruyor, azınlık çoğunluğu yönetmeye devam ediyordu. Hiçbir yerde olmayan eşitlik kadın-erkek ilişkisinde de olmuyor, “evliliğin temeli boyun eğme ve fedakârlık” oluyordu haliyle…

“Kadın” ağzından verdiğim iki alıntı Zonguldaklı Selma Aydın’ın “Yolsuz Dere” kitabındaki öykü kişilerinden… Biçimlendirme ve kurgulaması epey aceleye getirilmiş, dil düzeltmeleri bile yapılmamış kitapta, sadece bu anlatıları paylaşmak istemiş, diye düşündürüyor okuyanı. Yine de, bu gözden uzak ve ayıplanmış(!) konuların, üstelik bir kadının kalemiyle yazılması -tüm çarpıklığına karşın- çok değerli. Bu yüzden sadece içeriğinden yararlanarak, başka bazı okumalarımla da birleştirip başlıktaki meramımı eklektik olarak anlatmaya çalışacağım.

Burjuva devrimi geriletilmiş ülkemizin sarsık ekonomik düzeni ve feodal değerlerle yaşatılan toplumumuzda; her dem süren çarpık ilişkileri olduğu gibi, dümdüz veriyor Aydın bu kitabında. İlkel bir özgürlük savunusuyla, üretim ilişkilerinden bahsetmeden, sınıf uyuşmazlığının kenarından geçmeden, iyicil-kötücül değerleri öne çıkaran, nedenlerin sorgulanmadığı bu öyküleri okuyunca tam da, Kapitalizm ve Kadın bu işte, dedim; her şeyiyle düzeni işleten, ama bunun farkında olmayan! Toplumsal kötülük sürse de, bireyin kendini kurtardığı, bu kötülüğü kötüleyen; ama düzene bir eleştiri getirmeyen, arabesk bir isyan havası…

“Yüzleşme”deki kadın “staj”a benzetiyor baba evini ve “zorunlu hizmet” diyor aşksız evliliğe. Hizmetli olarak görüyor kendini ve zorla birine ait olmak istemiyor. Bu benzetmeler yerinde kullanılsa da; bir gün âşık olduğu kişi “Ellerin çok güzel, ama yazık ediyorsun onlara, hep yaralı, hep nasırlı; oysa sen kadınsın.” diyor ona. ‘El’ ne kadar da simgesel bir değer; beyaz-pamuk ellerle, nasırlı ellerin karşılaşmasına sık rastlanırdı mesela 40’lı yılların toplumcu-gerçekçi yazarlarında… “Nasırlı eller”in üretkenliğini ve bu ellerin ‘güzel eller’ olduğunu yazmıştık bir kere kafamıza… Oysa erkeğin o lafı üzerine; “Başımı kaldıramadım yerden ve bakamadım yüzüne, utanmıştım…” diyen kadın, okuyanın yüzünü düşürüyor tam da! Süs bebeği miyiz ki utanalım! “Kirli değil, nasırlıydı bu el” diyen roman kişilerini de bilirdik… Ya da düpedüz “Kadınlar üretime katılmalı, eşitliği savunmalı, sınırlarını genişletmeli” diyenlerden olmalıydık bunca yıl sonra… Yine evli kadın; “Kimse olduğu yerde mutlu değildi. Mutlu olmak için ‘haram aşk’lar mı arıyorduk helalinden.” diyordu. Duygularını bastırmak zorunda kalan, aşkı parayla satın alan, bedenini satan kadın-erkek… Kapitalizmde aşk böyle bir şey sanki! Mutlu olmak ise dürüst ve duyguların özgürce ifade edildiği ilişkilerde oluyorsa; bu da yalanın, riyanın, kaygının olmadığı antikapitalist bir şey sanki!

“Vicdan” öyküsü ise vicdana gelen lümpen erkeği anlatıyor. Kapitalizme vicdan işler mi(!) diyerek başlıyorum okumaya… Mülkiyet düzeni ikiyüzlü bir ‘ahlak’ verir erkeğe, biliriz. Öyküdeki erkek; “Kapıları kilitleyip bakın keyfinize” derken “bacısı ve anasına”; onları sokağın kötülüklerinden koruduğunu sanır. Bir yandan da zor durumda, sefil halde gördüğü fahişeye acır; “Biz erkekler neden böyleyiz…” der, sonra pavyona ve “ihtiyaç gidermeye” giderken oradaki “aciz kadınlar”dan bahseder tüm ‘vicdanı ve ahlâkı’yla! “Halinden memnun bir ev kızı” olan bacısı ve kendi de bir ev kızı olarak yetişmiş olan annesi; “Çıkmasın gece-gece kimse dışarı, kötü yola düşürürler insanı.” der! Yine bir süs bebekliği, prensini bekleyen ev kızı durumları… Oysa ne fark eder ki? Kapitalizm kadını evde de meta yapar, sokakta da… İster sarhoş mezesi yapılmış kadın olsun; isterse kucağında çocuğuyla sokağa atılmış anne; akademide doçent olsun kocasından hakaret sözleri işiten ve iki oda bir mutfağa hapsedilerek “hiç yaşamamış gibi ölen” kadın olsun…

 Devleti, özel mülkiyeti besleyen aile olduğu sürece kadın ya satılıyor-ya satın alınıyor; tek eşlilikte de, çok eşlilikte de bu böyle… ‘Bazen bir tokatla ‘erkek’ hatırlatıyor düzeni! Erkek egemenliğinin eğitilmemiş alt tabakasında çok-çok vicdan oluyor işte bu öyküdeki erkek gibi. Sosyal kültürü alan eğitimli tabaka köreltiyor birazcık ilkel güdülerini! Yine de ‘fazla’ duygusallık, içtenlik, nezaket… Hayır! Yakışmıyor “erkek” hallere asla!

“Vicdan”daki erkek kahvehaneyi anlatıyor; “Masada taşların arasında bile belden aşağı kadın muhabbeti dönüyordu… Küfür etmeyen, kadına bulaşmayan adamdan sayılmazdı ki… Karı gibisin denmemesi için yarış halindeydik birbirimizle; ne çok küfür edersen o kadar adamsın, gelirdi bize...” Sahiden, biz bilmezliğe vursak da 21. yüzyılın ‘azgelişmişken geriye döndürülmüş’ ülkesinin “aylak” erkekliği işte bu sefilliği hala aşamıyor. Ne kadar tabu, o kadar küfür; nerede bir “yasak” varsa sanki “küfür” olarak geri dönüyor! Değil şehirde, mahallede bile yürüyemeyen kadınları anlatır sanki bu kahve kültürü!

 19. yüzyıl Avrupası’nın ‘erken burjuva’ tarihinde ise üst sınıf erkeğe verilen “şehirlerde amaçsızca dolaşma hakkı”ndan burjuva kadınlar elbette yararlanamıyordu. Yalnız gezmeleri hoş karşılanmayan kadınlar; o dönemde erkek kıyafeti giyerek ancak rahat gezebiliyordu. Avrupalı kadınların eşitliğe bir tık kala yürüyüşlerinin 200 yıl sonrasında bile, bizim sokaklar aynıdır, öyküde de; “Adam dediğin asılır karıya, kıza. Dökülmesin onlar da sokağa yarı çıplak… Seç beğen, al. Bir karıyla ömür mü geçer oğlum!” diyen arkadaşıyla kavga eder “vicdan”! Ne ki; “… dinsiz, imansız biri de değildi.” der onun için. “Sadece eyvallahı yoktu kimseye; çünkü onun bacısı yoktu.” 

Evet, ahlak için “din”e ihtiyaç olduğu hezeyanına, bir de “bacı” eklenmiş sanki! Oysa öykünün sonu tam da “evdeki bacısı”nın kötü sonudur! “Ben hayat kurtarmak için peşine düştüğüm bir kadına karşılık kendi canımı, kız kardeşimi kurban etmiştim… Ona acımış peşinden gitmiştim, ölüm işte o gün ilk randevusunu vermişti bana…” diye yakınır vicdan! Bu ‘son’la ne anlatılmak istenir acaba? Kadının ‘kader’i erkeğin de ‘kader’i mi olmuştur! Yoksa ‘kimseye acımayacaksın!’ Mı? ‘Bu kadar iyiliği kapitalizm kabul etmedi, kaldıramadı!’ Mı? 

Nitekim “Değişmek kişisel bir mesele değil.” der Amerikalı zenci feminist Bell Hooks ve devam eder; “Ataerkil düzenin ve cinsiyetçiliğin hayatımızdaki tahrip edici etkisini görmeden gerçek anlamda özgürleşemeyiz. Erkekler duygusal bütünlüğe kavuşmak, özsaygı ve itibarını kazanmak için cinsiyetçi düşünce ve pratikle kurdukları ilişkiyi kökten değiştirmek zorundalar…”

“Aşk Kölesi” post-modern bir Külkedisi! Kadın fahişedir ve ‘dost’unun onu son kiraladığı adam ona âşıktır; kirala(n)dığından habersiz midir sanki? Adam bir sermayedar belli ki ve sürekli para döker kadına. “Aşk” ise yalnızca cinsel birliktelik gibi gözüküyor! “Elinde avucunda ona ait olan hiçbir şeyi yoktu, güzelliğinden başka…” cümlesi bile yeter! Ve devamlı erkeğin kadından beklentileri anlatılır, kadın da bunun ‘doğallığını’ vurgular her an; “…Bütün bunları ona kadınlık yaptığı için sunuyordu adam… Çırılçıplak vücudu adamın bütün beklentilerine cevap vermeye hazırdı… Kentin en pahalı, en iyi yerlerinden birinde güzel bir akşam yemeğinden sonra… Parfüm kokusunun baş döndürücülüğünde hayran-hayran baktı adama, aşk büyüyordu…” ve benzeri cümlelerle… 

Eril düşüncenin kadının dokularına sindiği, kapitalizm ve tüketimin yüceltildiği, cinsel arzunun aşırı coşkunluğuyla tam da içgüdüsel davranışların tavan yaptığı, vücutlarından başka bir paylaşımın olmadığı bir ilişki… Ama masal dedim ya! Mutlu sonla bitiyor! Kumarcı ‘dost’ ve adamları hapse, sermayecimiz ve sermayesi evliliğe!

 Kapitalizmin mafya düzeni olduğunu unutmadığımızdan; bu mafyanın içinde fuhuş mafyasının olduğunu çok duymuşluğumuzdan; sermayeyi korumak isteyenin mafyanın içine daldığını bildiğimizden biraz abartılı geliyor tabii bu Yeşilçam usulü “evinin kadını yapmak!” “Bu hesap kapandı. Hadi evimize gidelim.” diyen adam masal kahramanıdır. Gerçekte ise mafya raconu gereği en hafifi ‘ayağına sıkılır’! Kadın mı? O zaten yaşayan ölüdür. Zira devam eder Ortaçağ’ın tapınak fahişelerinden bu yana fuhuş ve kadın ticareti.

 1950’lerin Avrupası’nı anlatan Mancini’nin şu satırları pek tanıdık değil midir? “Kadın ticaretiyle uğraşanların ellerine toplanan büyük mali olanaklar bu adamları, amaçlarına ulaşmak için politikacılara başvurmaya itmektedir. Politikacıların her iş için maşa gibi kullandığı muhabbet tellallarının da bulunduğunu, adliye ile polise karşı onları korumak için araya girdiklerini de unutmamak gerekir. Polisleri, memurları, yargıçları da ayarttıkları görülmüştür.”

“Yasak Aşk”ta nihayet çalışan bir kadın görürüz; ne ki, kariyer yapıp hayatı kaçırdığına hayıflanan; “…Nesi güzeldi yalnızlığın, onların deyimiyle özgürlüğün, evde kalmışlığın…” diyen bir kadındır bu. Küçük İskender ona dizelemiştir sanki “Yalnızlık sessizlikten değil boşluktan oluşuyor.” diye! “Duygularını da tıpkı personeli gibi yöneten” bu kadın; “İş saatini yarı çalışıp, yarı lak-lakla geçiren onlarca insan vardı etrafımda; hepsi de benim aksime cıvıl cıvıldı…” diyor hayıflanarak. Günümüzde, mesela her geçen gün artan “işten çıkarma ve mobbing” dayatmalarını gördüğümüz, bu tip bir iş yerinde “cıvıl cıvıl” çalışanların üzerinde fazla durmadan(!) kişisele inip düşünelim; insan olgunlaştıkça, zaman-mekân birlikteliğini edinip içten gelerek, olması gerektiği gibi davranmaz mı? Gençliğinde yapamayıp, içinde kalanlar olur elbet insanın; fakat bunu abartmak, bir hezeyana, amaca dönüştürmek tam da küçük burjuva dar kafalılığı değil midir? Kendini geliştiremeyişin, takılıp kalmanın, dahası bir rahatsızlığın işareti değil midir? Oysa çalışan ve üretime katılan kadın aşar kendini, yeteneğini kullanmasını öğrenir ve tüm boşluklarını doldurur. Bu zekâ onu olgunlaştırır, yönlendirir, hedef sunar… Peki, kariyer yapıp, ‘ergen kız’lığı aşamamak nasıl olur? “Yasak Aşk”ta şöyle; “İri yarı ve su gibi adamdın. Masa başında oturup kalmana anlam veremiyordum. TV ekranlarında ya da model dergilerinde baş sayfalarda olmalıydın. Kasların ceketinden fırlamış gibi duruyordu. Genç kızlar nasıl da ağızlarının suyu akmış şekilde süzüyordu seni… Şimdi bu odada çalışan bayan memurların acaba kaç tanesi âşık sana…”

Yine bir eril dil, bu dille üstelik erkek güzellemesi, kadının aşağılanması, “Meşhuriyet Çağı*”nın vitrin hezeyanları… Ve bunlara rağmen; her ne kadar “yasak” dense de maaşlı bir kadın olarak bir ‘ilk çağ burjuva feministi’ni temsil eder sanki! ‘Serbest aşk’ peşindedir yalnızca. Yalan, aldatma, değerlerin alçalması önemli değildir; aslolan cinsel birlikteliktir… Keza “Beğenilmek ve hayranlık uyandırmak olağanüstü bir duyguydu… Ağır ve saygın olmam gerektiğine fazla kaptırmışım kendimi.” pişmanlığıyla; genç sevgilisine, “Ben seni paylaşmaya hazırım; yeter ki benden vazgeçme.” diyor! Erkek de, hafta sonu eşinin-çocuğunun yanına gidip ‘görevini’ yapıyor, sonra “çapkınlığını.” “İnsanlığın çürümesi” tam da budur; “içgüdülerinin kölesi olmak” da. “Kapitalizmde, boşanma hakkı gerçekleşmez; çünkü ezilen cinsiyet iktisaden sindirilmiştir.” der Lenin 1920’lerde… Yalana, aldatmaya, aldatılmaya hazır; düşünsel yakınlaşmanın, arkadaşlığın, dostluğun adı olmayan, duygusallığın bile uzun süremediği, sinir bozucu, kaba bir cinsel açlık yaşayan kadınlar, erkekler… “Sadece kendisi için yaşayan insanın sonsuz alçalışı…”dır sanki bu; bir resimden, bir yontudan, bir şiirden haz alamayan, savaşlar yaşanırken yanı başında mesela, ‘üç maymun’u oynayan…

(Devamı var...)

Selma Aydın “Yolsuz Dere”

Evelyn Reed “Kadının Evrimi”,

Lauren Elkin “Şehirde Yürüyen Kadınlar”,

Jean Gabriel Mancini “Fahişelik ve Kadın Ticareti”

Kadın ve Marksizm 

*Tayfun Atay’ın deyişi

(67 dergisi yaz-2019 tarihli 1. sayısında yayımlanmıştır.)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Nedir Savaş?"

Kıyamet dedikleri… Kuyruklu olmasın!

Yeryüzü Ozanı’ndan bize kalan…