Mülkiyet aşkın kâhyasıdır! (2. kısım uzun öykü)

 


(Yolsuz Dere)

..."Parfüm şişesini deviren adamın kokusuyla” âşık olan bir diğer kadının olduğu(!) son öykü; “Yolsuz Dere”. Adamı gördüğü anda cinsel çekime giren; “kızaran”, “nefes alamayan” bir kadın tipi çizilmiş! İlla ki bir erkeğin kanatlarına girerek mutlu ev kadınlığına yükselme çabası ve mahalle kültürüne övgüyle bir geçmiş güzellemesi hissediliyor birçok yerde. “Komşu” erkek için şöyle diyor kadın; “Kimsesiz, yalnız ve yaralı bir kadına sahip çıktığını düşünerek insanlık görevini yerine getiriyor ve mutlu oluyordu.” 

“Sahip çıkmak” tanıdık bir tabir! Biliyoruz ki; “Toprak ağalarının, kapitalistlerin ve tüccarın bulunduğu yerde, kanun önünde bile erkekle kadın arasında eşitlik olmaz.” “Sahip olmak” tam da bu makamlara ait olagelmiş ve Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi’nden bu yana eşitsizlik kanuna bile geçmiş. “İnsanlık görevleri”, erkeğin lütfetmesi ve bireysel hümanist çabalar el üstünde tutabilir kadınları, evet… Marks’a göre ise; “Kadının aşağılanışı, kapitalizmin sosyo-ekonomik sisteminin zorunlu sonucudur ve sistemin işleyebilmesi için gereklidir…”

Suyu baştan tutulan az gelişmiş ülkenin, bilimden sanattan bihaber, eğitimsiz ve sırf ağır ahlak yasalarıyla donanan yığınlarının doldurduğu öyküdeki kasabada “genç dul” a çıkınca kadının adı; “…azgın adamlar ağızları sulanmış, insanlıktan çıkmış, nefislerinin peşine düşmüştü.” Çocuklarıyla ayakta durmaya çalışan kadını, kadınlar bile rahat bırakmaz; “Kocalarının hovardalıklarını bilen kadınlar içten içe evlenmediği için kin biliyor, kocalarının bir gün ona kapılmasından korkarak hakkında ileri geri konuşuyordu.” diye devam eder öykü! 

“Bir gün ona kapılmak” da nedir? Kız çocuğunu daha küçücükken erkeklerden ayıran yobaz kültürün nüveleri mi? Yoksa daha geçenlerde “kadın erkekle tenhada içki içerse cinsellik(yani tecavüz) kaçınılmazdır!” diye savunma yapabilen “okumuş” kültür mü mesela!

Kayınbirader tacizini, ensesti de yaşıyor öyküdeki kadın. Kendisi de ensest zulmüne maruz kalan doktoruyla tanışıyor sonra; “Bilmiyordum ki; bir babanın kızını taciz edebileceğini, beni kucaklarken ağzının kenarından salyalarının akabileceğini… Neler olduğunu anlayamamış, öyle ne denirse yapmıştım… Kendimi suçlu hissediyordum ve kirli… Hayır, konuşamazdım; yaşadıklarımı, utancımı paylaşamazdım öğretmenimle… Anneme baktım, beni kurtar diyordum. Başını önüne eğdi ve sustu... Annem hep dua ederdi, her gün başını secdeden kaldırmadan dualar ederdi… Yetmiyordu dualar, ıslah olmuyordu adam… Sabır dilemelerin hiç faydası olmadı, korkulan şeyler bir-bir oldu evimizin içinde ve annem hala dua ediyor, başı seccadede bir yol arıyordu, yol, yol, yolsuz yol.” diye anlatıyordu çocukluğunu doktor.

 Bu alıntılar en okunabilir olanı o işkence sayfalarından! Bu satırlar rahatsız etse de okuyanı; evet, rahatsız ve huzursuz olmalıyız. Kabullenemesek de bunlar yaşanıyor… İnançlı ve suskun kadınlar ise din tacirlerinin en kıymetli müşterisi… Onların bu durumu kabullenmelerini hele, hiç kabullenemiyoruz… Bu sorunlar kurcalanırsa önce aile, sonra devlet de kurcalanır doğal olarak ve siyaset tacirlerinin de hiç işine gelmez, biliyoruz.

 Öykünün iki kadını ise susmamış, kabullenmemiş ve biri şöyle anlatıyordu; “…Nereden nereye gelmişti, ölüm en kolayıydı oysa. Yaşamayı seçmek, savaşmak şeytanı alt etmekle eşdeğerdi… Korkutarak istediklerini yapabileceğine öylesine inanmıştı ki; ona istediği zaman tecavüz edebileceğini, çocukları istediği gibi kullanacağını umuyordu.” Öyle olmadı; doktor da hastası da kazandı bireysel savaşlarını, “…çıkarken öfkeyle adama baktı ‘senin işin bitti pislik’ diye haykırdı ve tükürdü yüzüne… En azından başka kurbanlar olmayacaktı, cezası mutlaka ağır olacaktı.”

Peki, bu kadar mıydı? Bastırılmış dürtüleriyle yaşayanlar yüzünden; kimsenin duymayacağı evin içinde, hatta okulun, yurdun içinde olup biterken her şey; hangi bireysel savaş, hangi hümanist kapitalist yaklaşım kurtaracaktı kurbanları? Hangi birisi alt edilecekti “şeytan”ların?-ki büyük şeytanlar aynı dürtülerle gitmiyor muydu büyük paralarla, yine kimsenin duymayacağı uzak doğudaki (kız-erkek) çocuk fahişeleri kovalamaya- Asıl şeytan değil miydi dürtüleri sermaye yapan düzen?

Adliyede kazanmıştı bu kez diyelim; ya mahallede, sokağında? “…Suçlu olan o değildi; ama suçlu muamelesi yapılıyordu. Utanması için elinden geleni yapıyordu kasabanın çokbilmişleri.” demesi bundandı. Tecavüzcünün karısı, tecavüzü, ensesti öğrendiğinde bile usançla faturayı eltisine kesiyordu… Ona göre; “yuvasını o kadın dağıtmıştı…” Sapık bir koca olsun, başımda bulunsun! diyordu sanki! Mahalle kültürünün bir parçası da bu değil miydi? ??

‘Kapitalizm’den kaçıp tekrar ‘kapitalizm’e ‘sığınma evleri’ vardı! Bu evleri şöyle anlatıyor Aydın; “Bir genç kız ölüyor, bir kadın bayılıyor, çocuklar korkuyor ve cani olanlar elleri kolları sokaklarda salınıp yeni kurbanlar arıyordu. Neden böyle olduğunu kimse sorgulamıyordu… Yine kadına; “Aslında ne gerek vardı sığınma evine, onların sadece sevgi kokan evlere, yüreklere ihtiyacı vardı… Bu durumda hasta ve suçlu olanlar erkeklerdi.” diye söyletiyordu.

Öykü kişisini böyle düşündüren Aydın, “kaderciliği” aşamıyor, içinde yaşadığı düzenin hep varkalacağını, suçlunun cezasını gördüğü bir yaşamı idealleştiriyor. (Varsıl suçlu ve yoksul suçluları da eşitliyor böylece!)

Oysa mesela evlerin sevgi kokması için önce sıcak bir “evi” olmalıydı insanın, orada yiyeceği “yemeği” ve bunun sürmesi için “işi” olmalıydı. 200 yılı geçmişti, insanın insanlaşması için ihtiyaçları ‘keşfedileli’ ve bunun için eşit bir toplumcu sistem gerektiği. Bu durumda hasta ve suçlu olan “kapitalizm” değil mi?

Film(!)in sonunda ‘hümanist erkeğin görevi’ biter! “Yıllardır üzerindeki baskı ona kendi hayallerini, yaşamla ilgili beklentilerini unutturmuştu; iyi bir eğitim almıştı, iyi bir işi, kariyeri vardı. Susmasının sebebi bütün bunları kaybetmekten korktuğu içindi… Göz önünde saygın bir iş yaptığı için sırlarını saklamak zorundaydı…” Ama artık bıkar; “Başkalarının suçunu daha fazla çekemem artık, buna mecbur değilim, bu sırrı taşımaya mecbur değilim…”

O çok önemli ‘toplumsal konum’umuzu etkileyecek sırrımızı merak ettik değil mi? Bilinçaltına çizilen sınırların dışına çıkmaması gereken genç kadınlardan biri olan Nur –son 7 yılda yüzde 1400 artan olaylardan birini sanki- anlatır; “Eve oldukça yakın bir yerde alt geçitten geçiyordum. Hava kararmak üzereydi, korkmuyordum çünkü her zaman geçtiğim yerdi… Hayvan gibi bağırıyor, küfür ediyordu üçü de… Koşup yakaladı beni. Nereye orospu, daha bana vermedin, diyordu… O sonuncusu üstüme yatmaya çalışırken son bir gayretle yerden bulduğum taşı kafasına vurdum… Boğazımı sıkmaya başladı…”

Bu korkunç sahnedeki “sonuncu” yaratık; ‘kariyerli hümanistin kardeşi’ymiş meğer! “Yıllardır başımı yerden kaldıramadım. Gece gündüz hiçbir kadının gözlerine bakamadım. Sırf bu utanç yüzünden yıllarca acı çektim… Ona hem iş buldum, hem de çocuklarına babalık yaptım…” diyen kardeşin.

Finalde ise ‘kabına sığmaya çalışan’ bir düşünce yapısı… Sonuç odaklı kapitalizmde sonuç odaklı tecavüz! İşte konuşmalara bakalım:

“Sanırım ölen çocuk masum; yani kardeşi, o tecavüze yeltenmiş, ama başaramamış… Zarar veremeden ölmüş… O da oradaymış; ama suçsuz olduğunu değiştirmez…”

Hava birden değişir; neredeyse Nur suçludur, o gün o altgeçide girdiği için!

“Kardeşimi Nur mu öldürmüş?”

“Kardeşiniz tam tecavüz edecekken başına yerden bulduğu taşı vurmuş ve oracıkta ölmüş.”

“Ben bu ayıpla yaşıyorum yıllardır, bu utançla. Nur bana böyle anlatmadı, ilk önce onun tecavüz ettiğini söyledi…” 

Ve konuşmalar böyle garip garip(!) devam eder! 

“Olayın olduğu günden beri kardeşinin tecavüz ettiğini düşünmüştü. İşte bu yüzden ona sahip çıkmıştı. Çünkü o uzaktan akrabasıydı aynı zamanda… Kardeşinin suçlu olmadığını öğrenmek onu rahatlatmıştı. Nur ona yalan söylemişti. İnandırmıştı onu; kardeşi hakkında duyduğu gerçekler başını kısmen de olsa yerden kaldırmıştı. Kardeşi bir hata yapmak üzereyken ölmüştü. Tamam, suçluydu; ama temizdi kardeşi ve bu yeterliydi onun için… Huzurla yeniden tanışmış ve tadını çıkarmaya çalışıyordu…”

Huzursuzluğun tam da zamanı değil miydi oysa?

Bu ortamda Nur da kader mahkûmluğuna bırakır kendini; “Öldürdüğü onun kardeşiydi; biliyordu Nur. Ona karşı kendini suçlu hissediyordu… Şimdi adam ona soğuk davranmaya başlamıştı. Bu konuda kendini suçlu hissediyordu; çünkü en başından yalan söylemişti ona…”

Ve kariyerli(!) doktorun, Nur’un durumunu soran kadına söylediğidir; “Nur’u bırak şimdi. Senin İlhan’ın durumu daha vahim; adam çok kötü durumda, söylüyorum, hazır mısın? Kardeşi suçsuzdu. Tecavüze yeltenmiş, ama başaramamıştı.” 

Tecavüz edilip vahşice öldürülen Şule Çet için; “Zaten bakire değildi!” diyen avukatı unutabilir miyiz? O da epey “kariyerli bir avukat”tı yazık ki…

Temizlenen kardeş, kariyeri kurtulan ağabey, “o olaydan birkaç yıl sonra üvey babasının tecavüzünden de çocuğu olan, kendi parçası olan çocukları bir gün bile kucaklayamamış, onlardan iğrenen Nur…”

Finalin finali şöyle; “Tükenmişti artık; ne yaşamanın, ne de mücadelenin bir anlamı olmadığını düşündü ve ışığın geldiği pencereden kendini karanlığa bıraktı. Nur iyileşmişti…”

Kariyerli bir doktorun tedavi yöntemi bu cümle olabilir miydi; “Başka çaremiz mi var; unutmasak da üstünü örtmek zorundayız ya da ölmek”! Düzeni sorgulamayan bir kariyer yapınca okumuş insan, evet, “üstünü örtelim” diyor tıkandığı yerde! Okumamış-okutulmamışa ise “ölüm çözümü” verilmiş çoktan!

O kadar çoktur ki hayatı mahvolan kadınlar ve intiharları; böyle de bitebilir bir öykü elbette. Fakat bu ölümü “iyileşmek” olarak vermek? Tam da düzeni kabulleniş, boyun eğiş, gerçeğin üzerini örtmek değil midir?

Günümüze cevap veremez, gerçeğin yalın haliyle değişmez gibi yazılması. Kötüyü iyiye dönüştürüp, bireyi eleştirerek kaderin değişebileceğini ise 19. yüzyılda final yapan eleştirel gerçekçiler yazdı. Toplumsal bir değişim ve dönüşüm gerçeği ise çoktan koyuldu önümüze sanatın ve hayatın bir gerçeği olarak… Bu anlamda “Toplumcu gerçekçilik” tam da Yılmaz Onay’ın dediği gibi; “bir akım değil bir tutum.” oldu.

“…ama gerçek merhametten üstündür.” diyerek okumuş-yazmışlara miras bırakan Gorki’ye ve sanatı, bilimi, politikayı toplum için yapana yapacak olana selam olsun.

Selma Aydın “Yolsuz Dere” 

Evelyn Reed “Kadının Evrimi”,

Lauren Elkin “Şehirde Yürüyen Kadınlar”,

Jean Gabriel Mancini “Fahişelik ve Kadın Ticareti”

Kadın ve Marksizm 

*Tayfun Atay’ın deyişi

(67 dergisi Yaz-2019 tarihli 1. sayısında yayımlanmıştır.)


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Nedir Savaş?"

Kıyamet dedikleri… Kuyruklu olmasın!

Yeryüzü Ozanı’ndan bize kalan…